Gelecek de bir gün gelecek (mi?)
“Bir gün şunu yapacağım” diye beklediğiniz ve o günün bir türlü gelmediğini hissettiğiniz oluyor mu sizin de? Evimizin yeterince temiz, çocuklarımızın yeterince tok, kocamızın yeterince ilgiye doymuş, boş zamanımızın hayli fazla, manzaramızın kesintiye uğramayacak kadar ferah olacağı gün; işte o gün hayallerimi gerçekleştireceğim. Spora başlayacağım, bir kitap yazacağım, bir çocuk daha yapacağım, dünya seyahatine çıkacağım, deniz kıyısında bir ev alıp toprağı işleyeceğim, huzur içinde üretkenliğimin sınırlarına kadar gideceğim. Bir gün...
Bir gün yapacağımızı umut ettiğimiz, o “en uygun” zamanı beklediğimiz, o en uygun zamanın tahayyülünün yapılacak işi hep bu günden çaldığı, hep bir türlü olmayacak en uygun koşulların peşinde sürüklendiği ve söndüğü anları yaşıyor musunuz? Ders çalışmaya başlamadan önce, yazınızın ilk cümlesini yazmadan önce, ayaklarınızı uzatıp dinlenmeden önce; öncelikle şöyle bütün evi bir temizleyip düzenleyeyim diyor musunuz kendinize? Size kötü bir haberim var. Öyle bir gün yok. Ya şimdi yapacağız o yapılacak şey her neyse ya da hiçbir zaman.
Bu zamanda, bu mekânda, bu ruh halinin her gün umut edecek bir şeyler bulmaya çalışıp sonra ağzı burnu darmadağın olana kadar yere çalındığı ülkede yalnızca şimdi var. Başka zaman yok.
Bizi kendimizden alıkoymak üzere işleyen sinsi ve vahşi bir sistem var. Yapılacaklar listesi, satın alınacaklar listesi, pişman olunacaklar listesi, bir türlü tam hissettirmeyen mükemmeliyetçilikler listesi, performans kaygısı, iyi anne olmak kaygısı, iyi eş ve iyi çalışan olma kaygısı, barış içinde yaşanacak günün geleceği bekleyişi, insanın insanı kırmaktan vazgeçeceğine dair o zararlı umut. Uzmanıyla, doktoruyla, zincir marketiyle, kredi kartıyla, bombasıyla, savaşıyla, güvensizliğiyle, korkutma, sindirme politikalarıyla, üstümüze başımıza karışarak, hepsi yavaş yavaş iç nehirlerimizi kirletiyor. Görüyor musunuz?
Clarissa Pinkola Estes, “Kurtlarla Koşan Kadınlar”da diyor ki:
“Kötü niyetli komplekslerin, kadınların yaratıcılığını çalmak ve cezalandırmak için kullandıkları gözde yöntemlerden biri, ruhsal benliğe uzak, sisli bir gelecekte ‘yaratma zamanı’ bulacağı ya da art arda bir dizi boş günü olduğunda şamatanın nihayet başlayacağı vaadinde bulunmak etrafında yoğunlaşır. Bu saçmalıktır. Bu, yaratıcılık şevkini kırmanın başka bir yoludur.
Bir kadın, bütün heyecanı kaybolana kadar fikirlerinden söz edip durur ya da yaratıcı aletlerini ve malzemelerini alıp giden insanlara karşı direnmez ya da defalarca durup yeniden başlar, kedileri dahil herkesin istedikleri an onu kesintiye uğratmasına izin verir ve böylece projesi harabeye döner.”
Yani iki seçenek var: Ya beyaz atlı prens bekler gibi cam kenarında hülyalarla geçecek bu hayat ya da bir şeyler yapacağız ve değiştireceğiz, iyileştireceğiz elimizin değebildiği yerleri...
Bu uzun girizgâh şuraya bağlanıyor: “Kadınlar uykularından uyanırsa, dağlar sarsılır” diye bir söz duymuştum bir yerlerden. Geçen hafta gerçekleşen “Dijital Topuklar Kadın Zirvesi” benim için bu sözün bedenleşmiş haliydi.
Şöyle anlatayım: Elif Doğan ve Perihan Gürer... İki kadın, eteklerinde toplamda 5 çocuk, iki koca, bir blog, bir platform, çokça heves, beceriklilik ve onları sevip onların olduğu yerde olmayı isteyen diğer kadınlar... Mükemmel zamanı beklemediler; daha çok parayı, çocukların büyümesini, kavga dövüşün durmasını beklemediler. Sadece harekete geçtiler. İnandılar, didindiler. Oldu. Bu kadar. Arkalarında koca koca şirketler, medya grupları, patronlar filan olmadan; bir şeye inanıp, “hadi” deyip, “hadi”yi harekete, hareketi berekete çevirdiler... Çok başarılı bir organizasyon, doyurucu bir içerik ve beklenmedik bir ilgiye dönüştü bu bereket. Her gün yeni bir uğursuzluğa ve onursuzluğa uyandığımız bu zamana ve mekâna rağmen iyi bir iş yapabilmek her yiğidin harcı değil. Lakin sonsuz bir beklemede sündürecek kadar uzun süremiz de yok hayatta... Kabul etmek lazım.
YORUMLAR