“Ey gonca açıl ömrün geçiyor!”
İlahinin bu sözleriyle uyandım bu sabah. Neden bu şarkı, neden bu dizeler acaba? Dün gece başka şarkılar da söylemiştik halbuki?
Yıllar önce Flora Pansiyon zamanı Bir İngiliz çift misafirimiz olmuştu, yıllar sonra tekrar karşılaştığımızda bize yeni haberler getirmişlerdi: Londra’da yaşarken bir grup arkadaş kendilerine zarar veren şeyleri bırakmaya karar vermişler; içki- sigara-TV’yi, şehrin kirli havasını derken dışarıdan ekmek almayı da bırakmışlar, çok temel bir şey olarak gördükleri ve kutsal saydıkları için kendi ekmeklerini yapmaya kadar vardırmışlar işi; sonrasında Avustralya’da ekoköy benzeri bir yerde yaşamaya başlayıp çocuk sahibi oldular.
Stefanie kendi değerleriyle uyuşmayan bir işte çalışmayı reddetti; evden çalıştığı işini bıraktı çünkü yaşlılara dil döküp onları bir takım paketleri satın almaları için bir nevi “kandırmak” ona hiç iyi gelmedi.
Sevil şehirde yaşadıklarından, uğraştığı işlere ve birlikte zaman geçirdiği insanlara verdiği emeklerden yorgun düşmüş; Seçil doğuştan yaşam koçu, sanki dilinde ayna var, bakmaya cesareti olanlara neler neler gösterir; Zeyno hamileyken taşınmış Denizli’ye, “burada çocuk daha rahat büyür” diyerek kendi doğduğu bahçe içindeki eve dönmüş.
Bu güzel insanların her biri nice yetenekle dolu, yıllar içinde kendini güzelliklerle donatmış, rengârenk parlayan pırlantalar, kozmik elmaslar. Şehirde ışıltıları kaçıyor; büyük şehirde yaşamayı ve bildik tarzda işlerde çalışmayı öyle ya da böyle deneyimleyip şehrin acısına da tatlısına da doymuşlar; başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıp bu yolda adımlar atmışlar bile.
Farklı zamanlarda farklı yerlerden yola çıkmış olsak da menzillerimiz aynı. Bu bir araya gelişleri ağaca benzettim yazarken. Nicedir kesişen yollarımız nice yeni dallanmalarla “ağacın tacı”na ulaşsın da tepe dallarımız, yapraklarımız birbirine karışıp ışığa ulaşsın, orman oluşumuza bakalım!
Bunları yazarken yıllar önce gördüğüm bir vizyonu hatırladım; bir ağacın tohum halinden başlayıp gövdesinde ilerleyerek büyüyorum, ağacın dallarına tırmanıyorum, -bedenim henüz ortada yok bu sıralarda-, ben ilerlerken ağaç da büyüyüp gelişiyor olsa gerek ki ışığı yavaşça görmeye başladığımda etrafımda renkler ve formlar belirmeye başlıyor. Fıstık çamı gibi bir ağacın tepesindeki dallar ve yaprakların güneş vurmuş aralıklarından dışarı doğru insanlar beliriyor; ben de onlardan biriymişim, dalların ucuna doğru bedenlenmişiz meğer. Cinsiyetsizim ve aynıyım diğerleriyle, oluşmakta olan varlıklar gibiyiz. Tam taca yaklaştığımda oluşuyor bu görüntüler…Sonra içinden çıktığım yeşil denizine bakıyorum ağacın tepesinden ve etrafımdaki diğer canları görüyorum… Müthiş mutlu eden bir görsel şölendi.
Kendi kaynaklarına dönmek, kendi kendini ateşlemek, ihtiyacın olana kendi seçiminle yönelmek üzerine konuştuk dün gece bol bol; yola çıktığımız noktaya tepeden bakmak gibi hoş oldu benim için. Hepimiz birbirimize alan tuttuk, birbirimize destek olduk, bu nehrin varacağı bir yer olduğunu hatırlayıp birbirimizin varlığını ve birlikte yolculuk yaptığımız canları onurlandırdık.
Ruhumuza, bedenimize zarar verecek, kendimizle ilgili oluşturduğumuz bütünlüğü bozacak, varoluşsal değerlerimizin dengelerini sarsacak eylemlerin, düşünce biçimlerinin içinden kendimizi çekmek, başka türlü yaşamak yolunda bir adım atmak için ne de güzel bir gün. Gitgide daha çok canın bunu seçtiğini görmek ne mutlu! Ağacın gövdesinde iken “bir” olduğumuz halimizi hatırlamak hep iyi geliyor.
Şimdi gelen baharla birlikte gonca gibi açılma vakti. Derya arkadaşımın dediği gibi “birbirimizi parlatan taşlar” gibiyiz, birbirimize değe değe ışıldıyoruz; ayna ola ola parıldıyoruz. Armağanlarımızı vermek, çiçek açma potansiyelimize ulaşmamızda kolaylaştırıcı gibi işlev görüyor. Birlikte misler gibi kokacağımız günler yakın!
Ömür geçiyor evet, tek gerçek şey buymuş gibi geliyor bazen.
Işığımıza, suyumuza, havamıza, toprağımıza ve ateşimize bereket olsun!
YORUMLAR