Oyunlarla yaşamak…
Bu sömestr tatili Flora’da üç grubun tanışmasına vesile oldu. Ebru ve Benjamin Urla’dan, Sümeyra, Serpil ve 13 yaşındaki oğlu Mirzan İstanbul’dan geldiler, Dilara ve Oğuz ise iki haftadır buradaydı. Gruplar birbiriyle hemen kaynaştı, akşam yemeği sonrası oyunlara başlandı.
Ben, eşli oynanan bir oyun tasarlamış, hepimize öğretti, keyifle oynamaya başladık. Kartlar dağıtılıyor, piyonlar çekilen kâğıda göre ilerliyor ya da geri gidiyor, kaleler var ve piyonlar bir yerde toplanınca oyun bitiyor, kahkahalar havada uçuşuyor.
Akşamdan erken kalkıp gün doğuşunu Bonustepe’de izlemeye niyetlendik. Sabah altı buçukta sekiz kişi bahçede hazırdı. Güneşe “iyi ki doğdun” dememizin ardından tepedeki düzlükte bedenlerimizi esnettik, eve dönüp kahvaltı yaptıktan sonra da müzik aletlerine yöneldik. Ben didgeridoo çaldı, Ebru kastanyet, Mirzan davulda, Serpil bendir, Dilara djembe çaldı, Sümeyra gongu çok sevdi, onunla eşlik etti.
Ben ormandan gelirken kıvrımlı bir ağaç dalı bulmuş, gece onu oyarak yılana benzer bir yaratığa dönüştürdü, kurtların yediği deliklere daha ince dal parçalarından düğmecikler oyarak yerleştirdi, o düğmelerin üzerine de renkli ipler bağlayacakmış. Bakalım nasıl bir şey çıkacak?
Ertesi akşam bu kez Mirzan’ın tasarladığı oyun oynandı. Mirzan da oyun panosunu özenle hazırlamış. Renkli boyalarla oyunun ilerleyişini belirlemiş, renkli kartonlara ilerlenen noktalarda yapılacak şeyleri yazmış. Onu da kahkahalar eşliğinde oynadılar, ben onları oynarken izledim bu kez, izlerken bile eğlendim.
Bir sonraki gün, oyundan hızını alamayan ekip saklambaç oynamaya karar verdi, ormana dağılıp saatlerce koşup oynadılar. Uzaktan kahkahaları duyuluyordu, meğer “çanak çömlek” patlamış! Akşam yine yuvarlak masa başında toplaşılıp bir başka oyun oynandı. Cenapbaş, bir çeşit tekerleme oyunu.
Her fırsatta Ben’e Türkçe öğretmeyi görev edindik, kahvaltıda masadaki malzemelerden kendimize uzak olanını istememiz oyuna, oyun da topluluk destekli Türkçe eğitimi diye bir şeye evrildi, hayrolsun. Ekip süper, her şey kendiliğinden gelişiyor.
Her güne bir etkinlik diye program yapsak bu kadar düzenli işler miydi bilmem. Kendiliğinden harekete geçen organizmalar olarak, ne yapıyorsak bir oyunmuş gibi yaptık. Kedi- köpeklerin çuvalla aldığımız bayat ekmekleri kolayca kurumaları için dilimlenirken bile oyuna dönüştü. Biri dilimlerken diğeri dilimleri büyük leğene doğru bıçakla yönlendirdi, “fabrika gibi olduk” dedik, eğlendik.
Ebru ve Ben yarın yola çıkıyorlar diye onlara bir şarkı çalmak istedim son akşamlarında: Yolda’nın Yola Çık şarkısı. Dinlerken dayanamayıp ayaklandık, bir anda dans başladı, herkes birbiriyle dans ederken Ben’in aklına halay gibi evin içinde dönmek gelmez mi? Hep birlikte masa başındaki akrobatın altından geçerken başımızı eğince Ben’in önerisiyle lambayı her turda biraz daha aşağı indirdik ve bu da bir oyuna dönüştü kahkahalarla.
Çocukluğumdaki oyunları hatırladım. Eş dost, konu komşu toplaşıp kuru fasulyeleri taş ilan ederek oynadığımız kâğıt oyunlarıyla nasıl da eğlenirdik. Televizyonun olmadığı zamanlardı henüz, sonradan televizyon geldiğinde bile uzunca bir süre oyunlarımız devam etti.
Hayatı oyun gibi yaşamak, her şeyi oyun haline dönüştürmek aslında ne kadar kolay. Gündelik hayatın içinde yapılan pek çok şey buna müsait. İnsan oyun sırasında zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. Zor görünen durumlardan çıkış yolu bulma, iletişim ve kendini diğer oyuncuların yerine koyarak düşünme, plan yapma gibi pek çok konuda kendimizi eğittiğimiz zaman dilimleri oyunlar. Sadece çocukların yaşayacağı bir şey de değil üstelik, hepimiz için vazgeçilmez bir şey oyun, bir arada olmanın, her şeyi birlikte yapmanın tadını daha da lezzetlendiriyor, birbirimizin gülen gözlerini görmek, neşemizi artırıyor. Her durumda kazanıyoruz, bağışıklık sistemimiz bayram ediyor.
Herkese oyunlu günler dilerim. Neşemiz bol, yaratıcılığımız daim olsun.
Oyunlarımız da şifa olsun.
YORUMLAR