Pansiyonda tatlı hayat…

Konuklarımızla ne güzel şeyler yaşıyoruz. Herkes birbiriyle arkadaş oluyor, yaz sıcağında odalarının kapıları açık uyuyorlar, sahilde sohbet ediyorlar, birbirlerinin çocuklarıyla ilgileniyorlar, okudukları kitapları değiş tokuş ediyorlar. Turistik deyişle yabancılarla yerliler kaynaşıyor, çok güzel dostluklar kuruluyor.


Pansiyonun beş odası var ve toplam on iki kişi kalabiliyor. Öyle zamanlar oluyor ki bütün pansiyon yürüyüşe çıkmaya karar veriyor, kumanyalarımızı hazırlıyoruz, ve başlıyoruz çoluk çocuk Çıralı’nın dere kenarından giden yürüyüş yolunu takip etmeye. İstikamet Yanartaş; sonsuz ateşin binlerce yıldır yandığı nefis manzaralı tepe. Turunç ağaçlarının yanından geçiyoruz ve eğreltilerle dolu nefis bir dere yatağında taştan taşa atlayarak, birbirimizin elinden tutarak karşıya kıyıya varıyoruz. Eski bir su değirmeninin yıkıntılarının yanında, ulu çınar ve servi ağaçlarının altında ilk molamızı veriyoruz.


Yol solda, derenin yanından hafifçe yükseliyor. Sık çalıların arasından patikayı bulup yürüyüşümüze devam ediyoruz. Kâh güneşte kâh gölgede süren bu yolculuk bir noktasında keskin bir dönüş yapıyor ve dereyi oldukça yüksekten gördüğümüz bir yere geliyoruz. Burası ikinci mola yerimiz; meyvelerimizi, böreklerimizi yiyip dar ve dik bir patikadan aşağıya, derenin yanına iniyoruz. Aşağısı muhteşem bir kaya oluşumu ve suyun derinleştiği göl gibi bir yer. Dileyen kayalara uzanıp suyun çağıldamasını dinliyor, dileyen suya girip serinliyor, dileyen de devrilmiş koca ağaçların üzerinden derenin karşı kıyısına geçip mekânı keşfetmeye koyuluyor.


Gençler bir âlem; bazen yolun şaşırtmacalı yerlerinde “yol buradan gidiyor” diyoruz ama bir de arkamızı dönüyoruz ki ortada yoklar! Alıyor bizi bir telaş! Sonra bir anda başka bir yerden karşımıza çıkmazlar mı? Hmmm, demek ki onlara sadece öneride bulunabilirmişiz, onlar kendi yollarını kendileri bulmayı seviyor. Bize düşen rehberlik etmek ve onların yolu bulacağına güvenmekmiş!


Molalarda çocuklara çam iğnelerinden kolye yapmayı, ayrık otunu avuçlarımızın arasına parmaklarımızın yardımıyla sıkıştırıp düdük sesi çıkartmayı öğretiyoruz. Yürüyüş boyunca da bize eşlik eden bitkileri, ağaçları tanıyoruz; kokulu bitkilerin yapraklarını parmaklarımızla ovuşturup burnumuza götürüyoruz; hangisi kekik, hangisi mersin, hangisi yavşan otu, tek tek öğreniyoruz. Etrafımız rengârenk, her şey kendi halinde ve güzelliğinde ışıldıyor; ortalık, çam ağaçlarının reçinelerinin, yürüdükçe ortalığı saran otların kokusuna karıştığı bir şenliğe dönüşüyor. Sütleğenlerin onlarca çanak antenden oluşan çiçeklerini, peruka çalısının salkım saçak pembemsi gri tüycüklerini inceliyor, bitkileri afiyetle yiyen kelebek adayları tombul tırtılları, ladenlerin ütüsüz kumaş gibi kırışık pembe yapraklarını seyrede ede ilerliyoruz.


Bu kez karşımıza çıkan dereyi geçmek için yürüyüş ayakkabılarımızı çıkarmamız gerekiyor. Biraz dik bir tırmanışın sonundaki manzara ise nefes kesici: Arkamız orman, solumuzda tüm haşmetiyle 2366 metrelik Tahtalıdağ, aşağıda Çıralı’nın eşsiz kumsalı, solunda Üç Adalar ve üzerinde bulunduğumuz tepedeki çatlaklardan sızan metan gazının havayla buluşur buluşmaz yanmasıyla oluşan mucizevi alazları… Menzilimize ulaştık! Soluklanma zamanı. Panoramik görüntünün keyfine varıp geri dönüşe geçiyoruz.


Kimi zaman da hep birlikte gece sahilinde mehtabı seyrediyoruz. Ağustos aylarının geceleri de çok sıcak oluyor. Böyle zamanlarda dayanamayıp denize atıyoruz kendimizi. Günün yorgunluğu bir anda yok oluyor. Su bizi kucaklayıp hafifletiyor, yakamozlarla oynaştırıyor; karanlığın içinde, denizin kıyıyla birleştiği yerde, sudan karaya çıkan yaratıklar gibi hissediyoruz kendimizi…


Mutfağımız açık; herkes gelip yardım etmek istiyor. Kimi fasulye ayıklamaya niyetleniyor, kimi bulaşık yıkamaya. İtiraz ediyorum: “Aaa olur mu hiç, siz tatildesiniz, zahmet etmeyin.” Ne de olsa büyüklerimizden böyle öğrenmişiz. Benim bu itirazlarıma bir gün bir konuğumuz şöyle karşılık veriyor: “Ayşe, yardıma ihtiyacın olduğunu görüyorum ve samimi bir şekilde sana yardım önerisinde bulunuyorum. Sana yardım etmekten mutlu olacağım. Lütfen sen de samimi bir şekilde bu isteğimi kabul et!”


Düşünüyorum ve hak veriyorum. Bir armağanı reddetmek ve ihtiyacın olduğunda bunu inkâr etmek ne ayıp şeymiş meğer! Böyle bir reddediş samimiyetsizlik olurmuş gerçekten. Bu bana çok iyi bir ders oluyor ve o zamandan sonra yardım etmek isteyen herkesin önerisini kabul ediyorum: “Tabii, şu bıçakla taze soğanları doğrayabilirsiniz ya da patatesleri soyabilirsiniz.”


İşimizi çok seviyoruz ve bu yüzden de konuklarımızın memnuniyeti ile yorgunluğumuzu unutuveriyoruz. Konaklamalar bir sonraki buluşmaya niyet edilerek son buluyor ve her geri geliş de kavuşmaya dönüşüyor. Küçük bir işletme sayılıyoruz ama kocaman bir aile oluyoruz biz.

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.