Yanlış yola saparak doğru yeri bulmak…
400 karayolunda Çıralı’yı işaret eden sarı tabelanın önündeyiz. Hava pırıl pırıl güneşli, yıl 1993. Kedimiz kutusunda uslu uslu oturuyor; sırt çantamız ve valizimizle, aşağıya, Çıralı’ya inecek araç bekliyoruz. Derken kırmızı bir araba duruyor. Hemen teklifini kabul ediyoruz; başlıyoruz kıvrıla kıvrıla inen yolda ilerlemeye. 7 kilometrelik köy yolu o zamanlar henüz asfalt olmamış, toprak bir yol. Yolun yarısından itibaren, yapraklarını dökmüş çınarlarla bezeli bir dere solumuzda beliriyor. Birkaç kilometre boyunca dereyi hayran hayran seyrederken bir taraftan da araç sahibiyle sohbet ediyoruz. Yol bitiminde küçük bir köprüyü aşıp sağa dönüyoruz ama bu kez dereyi arabayla geçmemiz gerekiyor gideceğimiz yere varmamız için. Nefis bir kumsal ve deniz uzanıyor karşımızda. Ne güzel bir yer!
Bizi sahildeki kendi restoranlarının olduğu yere kadar bırakıyor Mustafa amca sağ olsun. Bir pansiyon aradığımızı söylüyoruz. Bu mevsimde açık bir tek pansiyon varmış, oraya gitmeliymişiz. Ellerimizdeki ağırlıkları bırakmamızı, daha sonra pansiyon sahibinin eşyalarımızı aracıyla oradan alabileceğini söylüyor sahildeki iyi insanlar. Biraz soluklandıktan sonra yola koyuluyoruz.
Tarif üzerine yürüyoruz. Geldiğimiz bir yol ayrımından sağa dönüyoruz. Neredeyse sahile vardık; yol üzerinde bakınıyoruz ama bize sözünü ettikleri pansiyonu göremiyoruz bir türlü. Derken yol kenarında odun kıran bir gence rastlıyoruz. Ona soralım bari. “Yanlış yola sapmışsınız, arka yoldan gidecektiniz” diyor genç. Bu kez o soruyor: “Siz ne için gelmiştiniz?” “Yer arıyorduk da biz, bahçe içinde bir ev olsun, evde oturalım, bahçesinde de restoran işletelim istiyoruz.” Bizim cevabımız üzerine nedense şu cümleyi kuruyor genç: “Geçenlerde bizim bu evi de pansiyon olarak kiralamak istemişti birisi, şu kadar yıllığına şu kadar lira teklif etmişti fakat bir daha görünmedi.”
Hmmm, alıcı gözüyle bir bakış atıyoruz solumuzdaki mekâna. Nefis bir Ocak güneşi var; bahçede kiremit çatılı bir ev, evin önünde anne kız oturmuş örgü örüyorlar, yanlarında siyah beyaz iki kedi, yapraklarını dökmüş dut ağaçlarından yere vuran dalların gölgesinde ışıltılı bir görüntüyle başbaşayız. O an bir ışık yanıyor sanki. Acaba burası aradığımız yer olabilir mi?
Gerisingeri dönüp, doğru yola sapıp aradığımız pansiyona ulaşıyoruz. Pansiyon sahipleri bizi güler yüzleriyle karşılıyorlar. Meramımızı anlatınca babaları bize yardımcı olmak için kolları sıvıyor hemen. Önce eşyalarımızı sahildeki restorandan alıyoruz, odamıza yerleşiyoruz, sonrasında da bizi gezdirip yer gösteriyor Ali amca. Gösterdiği yerler ya tapulu değil ya da yapmak istediğimiz şeye uygun değil. Zaten paramız bir yer alıp bir şeyler yapmaya da yetmez. Pansiyona dönüp sevimli aileyle evlerinde, yanan soba eşliğinde yemeğimizi yiyoruz. Birbiri ardınca gelen portakallar, patlamış mısırlar ve tabii çaylarla bizi ağırlamak için seferber oluyorlar ailecek. Yatma vakti geldiğinde odamıza çıkıyoruz, oda buz gibi soğuk, bizim heyecandan içimiz kaynıyor…Uyuyoruz.
Ertesi gün yer aramaya devam. Yine bir sonuç yok. Yürüyüşe çıkıyoruz Selahattin’le . Upuzun bir sahil, yol boyu çam ağaçları, çalılar, gerisinde dağınık bir şekilde evler ve sahil boyunca da pansiyonlar var Çıralı’da. Meğer Çıralı köyün adı değilmiş. Asıl köy Ulupınar, Çıralı da onun meşhur mahallesiymiş. Sahilin ucunda da şahane fıstık çamları var. Yürüyüşün sonunda dev bir fıstık çamını gözümüze kestirip altında oturuyoruz. İçimden şöyle bir şey geçiyor: “Allahım, bu güzel yerde hiç mi bize göre bir yer yok, hiç mi kısmetimiz yok burada bizim?”
Akşam yemeğinden sonra bir bakıyoruz ki yolda yer sorduğumuz genç eve misafir gelmiş, Ali amcanın oğlunun arkadaşıymış meğer. Selahattin’i dürtükleyip soruyorum: “Sorsak ya Ali amcaya, bu çocuk bize böyle böyle demişti, bize yerlerini kiralalarlar mı acaba?” Selahattin de hemen soruyu Ali amcaya yönlendiriyor. Neden olmasın? “Yarın babasına sormaya gidelim” diyor Ali amca.
Ertesi sabahı iple çekiyoruz. Ne olacak acaba, bahçeli bir evde yaşama hayalimiz gerçek olacak mı, bahçesinde yemekler yedirebilecek miyiz konuklarımıza?
“Sabah ola hayrola” diyerek uykuya dalıyoruz. Yarın bizi kim bilir ne bekliyor?
YORUMLAR