Elveda Bodrum…

Bodrum’da o yaz çok şey öğreniyoruz. Bir işletmede ne olmalı ne olmamalı, kalabalıkla nasıl başa çıkılır, turizm aslında nasıl bir şeydir, biz bu işe devam etmek istiyor muyuz?


Evet, istiyoruz! Konuyu çok sevdik de içerik biraz zorluyor bizi. Kendisini “yatak odası”na atmak isteyen turistlerin arasında, tek tük de olsa, tatili ancak o zamana denk geldiği için buraya gelmeyi seçmiş aklı başında insanlara da rastlıyoruz. Aslında eğlenceden çok, bu ülkenin kültürünü, doğal güzelliklerini görmeyi tercih ettiklerini öğreniyoruz onlardan. Bu da bize güç veriyor doğrusu, yolumuzu aydınlatıyor. Biz de turizmden böyle bir şey anlıyoruz çünkü.


Sezon bitiminde otel sahibimiz pek memnun, “Evet çocuklar, çok başarılıydınız, sorunsuz bir işletmeydiniz, seneye ciromuz şu kadar lira olur” diyor. Bizse ona teşekkür ediyoruz bu işi hiç bilmeyen iki insana kapısını açtığı, bizi iş sahibi yaptığı için. Devam etmek istemiyoruz Bodrum’da. Turizmin bu yüzünü sevmemiş olduğumuzu fark ediyoruz. Aradığımız bu değilmiş; biz “Bahçe içinde bir ev olsun, evde oturalım, bahçesinde de küçük bir lokanta çalıştıralım” istiyoruz artık.


Çok çalıştık, çok yorulduk, güzel de para kazandık sayılır üç ay için. İstanbul’a dönmek üzere vedalaşıyoruz otel sahibiyle. Severken ayrılıyoruz gibi bir hüzün çöküyor ama ne yapalım. Burası da şehirden farksız; biz doğanın kucağını istiyoruz.


Kararlıyız, bulacağız o sakin doğa köşesini. İstanbul’a dönünce heyecanla yaşadıklarımızı anlatıyoruz arkadaşlarımıza o meşhur “yuvarlak masa”nın etrafında. Turizmin aklı başında insanlara ihtiyacı olduğunu, insanlarla tanışmanın güzelliğini, nasıl yorulduğumuzu ve tabii ne çok eğlendiğimizi.


Sonbahar gelmiş ve biz hem tatil yapmak hem de yer aramak için karavan kiralamaya karar veriyoruz. Bir önceki yıl Abant-Yedigöller’de dört gün kalmıştık yine karavanla ve şahaneydi, o tatili unutamıyoruz. Bu kez, önce Abant-Yedigöller’de geçireceğimiz dört günden sonra, güneye doğru inip oralarda yer bakma planlarıyla, tamamında on günlük bir tatil ısmarlıyoruz kendimize.


Ah o ne güzel tatildi öyle. Bir önceki yılda yeşil, sarı, turuncu, kahverenginin her tonunu görüp, düşen yaprakların hışırtısıyla birlikte “Hey allahım, bu güzelliği de gördüm ya, artık ölsem de gam yemem” dediğim, her köşesinden “hah, şimdi pamuk prenses ve yedi cüceler çıkacak!” diye beklediğim manzaralar bu kez yumuşacık karın altında saklanmış; her yer bambaşka görünüyor! İnanılmaz büyülü bir şey bu.


Hayranlıkla yola devam ederken ön sağ lastiğin kabak çıkmasıyla birlikte dağın kuzey yamacında takılıp kalıyoruz. Tipi devam ediyor, kaldık mı yolda? Ne yapalım, geceyi burada geçireceğiz artık. Zaten aracımız evimiz, yatar uyuruz olduğumuz yerde.


Birkaç saat sonra tipi durduğunda dışarı çıkıyoruz. Ormanın ortasındayız, tepede kocaman bir dolunay, dev göknar ağaçlarının dalları hafif rüzgârla salınıyor. Yolda kaldık ama ne gam! Karlı yollar yolluktan çıkmış, sanki ayışığından pırlantalar, inciler saçılmış gibi parıldıyor. Baykuşların sesleri duyuluyor. İnsanın içini ürperten unutulmaz bir gece daha.


Ertesi sabah hava sakin, ön lastiği değiştirip yola koyuluyoruz. Yedigöller’e vardığımızda aracın açılır-kapanır sandalyeleri ve masasıyla nefis bir ayışığı senfonisi bizi bekliyor.


Zaman 1992 yılı Ekim sonu Kasım başı, ver elini güney diyerek aşağılara doğru inmeye başlıyoruz. Kışın insanların güneşi gördüğündeki hali gibi, biz de mayışıyoruz ılık havayla birlikte. İçimiz açılıyor, nefis yerlerde geziyoruz yine.


İlk durağımız Antalya’ya varınca yağmur başlıyor bu kez. Çıralı ve Yanartaş sapağını görüyoruz fakat havanın yağışlı, yolun da o zamanlar toprak olmasından dolayı hiç yeltenmiyoruz anayoldan sapmaya. Okuduğumuz gazetenin seyahat ekinden kesip saklamıştık, yanan ateşler varmış dağda, görülesi bir yermiş. Kısmet değilmiş, göremiyoruz.


Sonraki sapak Adrasan, o yol asfalt olduğundan sapıyoruz bu kez, geceyi orada geçiriyoruz. Sabahında ise Olympos antik şehrine uğruyoruz. Yolun sonunda vardığımız sahil, kasım ayının ılık griliğini, dalgaların çakıl taşlarıyla dansını ve ufuk çizgisinin bulutlarını hafızalara kazıyacak güzellikte. Büyük bir koyun sağ köşesindeyiz; antik şehir bir derenin iki kıyısına kurulmuş, biz de o derenin denize kavuştuğu noktadayız. Solumuza bakıyoruz, upuzuuuun bir kumsal uzanıyor, gerisinde ağaçlar ve daha arkada da dağlar. Sahilde birisini bulup soruyoruz: “Burada yerleşim var mı?” “Haa orası mı? Çıralı var orada, sahilden görünmez; geridedir” diyor.


Sonrasında sahil yörelerinde geze geze soruyoruz soruşturuyoruz, kiralık bir yer olabilir mi acaba? Yok, yok. Bir yer bulamıyoruz. Ya içimize sinmiyor ya da çok pahalı.



İstanbul’a döndüğümüzde gezimizi anlattığımız bir arkadaşımız “A aaa Olympos’a kadar gittiniz de Çıralı’ya uğramadınız mı? Çıralı çok sakin bir yerdir, görmelisiniz” diyor. Bir başka arkadaşımız da daha hiç geziden söz etmeden, sakin bir doğa köşesi aradığımızı duyunca ve “Siz iyisi mi Çıralı’ya gidin, tam sizin aradığınız gibi bir yer” deyince, biz de “Eh, var bu Çıralı’da bir şey, görelim bari” diye işaretleri takip ediyoruz.


Bize yine yol görünüyor. İyisi mi biz arayı açmadan şu Çıralı’yı gidip bir görelim.


Ve yıl 1993, bir ocak günü, Bodrum’da edindiğimiz kedimiz, bir valiz ve bir sırt çantası ile Çıralı sapağında iniyoruz.


Çıralı macerası başlıyor…



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.