Bekâr kadının günlüğü – 24


Pazar sabahı ve yağmur yağıyor. Pencereyi açtım. Önündeki masada oturuyorum.


Cumartesi güzel geçti. Sabah Cansu ile bir saat deniz kenarında yürüdük. Sonra salhane kılıklı, sandalyeleri masaları eski püskü paslı, kıyıya en çok yirmi metre, ayaklarımızı kuma bastığımız bir kahvede oturduk. Evlerimizi şıkır şıkır dayayıp döşeyip sonra saadeti böyle salaş mekânlarda aramamız ne tuhaf. Cansu nişanlısından ayrılmış. Ayrılık hikâyesini dinlerken eskisi gibi sevinmedim. “Ben mutlu değilsem kimse mutlu olmasın” duygum yarı yarıya azalmış. Kendi adıma memnun oldum.


Bir gün buluşmuşlar, mobilya bakacaklarmış. Mağazaya girmişler. Cansu kahverengi güderi bir kanepeye oturmuş, “Çok beğendim, çok rahat” deyip nişanlısını da yanına çağırmış. Nişanlısı, onlarla ilgilenen kişinin yanında ayakta cevap vermiş:

“Annem çek-yat tipinde kanepe alın, ıvır zıvırı bazasına koyarsınız, misafir gelince de üstünde yatırırsınız dedi.”

Arkadaşım sinirlenmiş:

“Annen kendi evine isterse çekyat olan kanepe alsın, ben bunu beğendim.”

Çocuk arkasını dönmüş, yürümüş gitmiş. Mağaza kapısından çıkarken arkadaşım tutmuş kolundan:

“Ne yapıyorsun sen?”

“Hiç, gidiyorum.”

“Nereye?”

“Bilmem. Ama buradan, senin yanından gidiyorum.”

“Nasıl?”

Nişanlısı, “Ya ben aslında evlenmeye hazır değilim Cansu. Kusura bakma” dedikten sonra yüzüğünü çıkarıp uzatmış. Cansu bir adım geri atıp almayınca çekmiş elini, avucunun içe koymuş. “Hoş çakal” deyip gözden kaybolmuş.

Cansu anlatırken gözleri doldu:

“İlişkiye emek veren hep bendim. Ne zaman buluşacağız, nereye gideceğiz, ne yapacağız, evi nerede tutacağız, nasıl döşeyeceğiz, .... hep ama hep ben... Birazcık özen gösterse yeter.”


Cansu’da bir an kendimi gördüm. Kendisini aslında sevmeyen, ona değer vermeyen biriyle bütün koşulları zorlayarak evlenmeye çalışıyor. Sanki hâlâ beraberlermiş gibi konuşuyor, “... özen gösterse yeter.” Yüzüğü eline veren adamın gittiğini kabullenmek istemiyor. Dışarıdan bu hal hiç de iyi görünmüyor.


Ben kendimden fazla bahsetmedim. “Bildiğin gibi” demekle yetindim. Yani şu an kimseyle birlikte değilim, anlatacak çok bir şey de yok. Onu dinleyip kendimle ilgili susmama bozuldu galiba. Ama içimden gelmedi ve bunun için kendimi zorlamak istemedim. Bence Cansu ile arkadaşlığımıza arada bir buluşarak devam edebiliriz. Daha yakınlaşır mıyız zaman gösterir.


Eve geçerken Atila’dan da Hilmi’den de nasıl uzak duracağımı düşündüm. İlk aklıma gelen izne çıkmak, ikincisi yeni iş bulmak. İzne çıkmak bir kaçış, işe yaramaz. İşten ayrılmak da bu durumu gözümde fazla büyütmek demek. Yine de yeni bir iş arama fikri beni heyecanlandırdı. Neden olmasın? Özgeçmiş göndermek yasak değil ki!


Dün gece Atila’nın mesajından sonra deliksiz uyudum. Gerçekten kısa sürede büyük aşama kaydettim. Hiç umurumda olmadı bana tekrar yazıp yazmayacağı. Ona yüklediğim anlamlar hoşuma gitmişti galiba, o anlamlar değişince Atila’dan artık hoşlanmadığımı fark ettim. Yalancılarla da yaralı baykuşlarla da işim yok.


Akşam anneme giderken kaldırımdaki çiçekçinin önünde durdum. Bir demet kır çiçeği seçtim. Annem çok sevindi. Hemen elimden alıp vazoya yerleştirdi.

“İki gün sonra içine aspirin atarım.”


Sadece çiçekleri değil, her şeyi organize etmeyi pek sever annem. Az görüşmemizin sebebi biraz da bu. Bana işte, ilişkilerimde, en basit günlük işlerimde bile yapacaklarımı dikte etmesinden. Başarılarımı görüp takdir etmede cimri, eleştiride cömert olmasından. Yani bir türlü beni beğenmemesinden.


Ama ben hayatımın, sinir olduğum her şeye bakışımı, tavrımı değiştirmeye çalıştığım bir dönemindeyim. Başkaları için değil, kendim için. Rahat edeyim diye. Annemle de ilişkimi bu yüzden iyileştirmek istiyorum. Bu yüzden cumartesi akşamını onunla geçirmeye karar verdim. Zor olacağını ve bir günde düzelmeyeceğini biliyordum.


“Var mı kimse?”

“Yok.”

“Nasıl birini bulamıyorsun anlamıyorum kızım.”

“Zamanı gelince olur.”

“Zamanı gelince ya artık çocuk yapamazsan! Bunları da düşünmek lazım.”


İnsan kızına böyle şeyler söyler mi? Aklından hiç mi iyi bir şey geçmiyor? Ayların üzerine görüşüyoruz ve bana yaptığın yemekleri yedirirken ilk söyleyeceklerin bunlar mı?


“Anne diyelim ki ben hiç adam bulamadım. Evlenemedim. Çocuk da yapamadım. Ne olur?”

“Mutsuz olursun.”

“Adam bulup evlenip doğrunca mutlu olacağımın garantisi var mı?”

“Olursun tabii.”

“Sen babamı buldun evlendin, beni doğurdun. Seni de beni de bırakıp gitmedi mi? söyle bana, toplam kaç ayını mutlu geçirdin?”

“Her şeye rağmen anne olmak güzel bir duygu.”

“Ben hem anne hem mutlu olmak istiyorum. Senin gibi terk edilmek de istemiyorum.”

“Ama daha doğurmadan kaç defa terk edildin.”


Karşımda oturan annem mi, düşmanım mı? Laf sokup rahatladıktan sonra ortamdan uzaklaşan iş arkadaşı mı, apartman komşusu mu? İki seçeneğim var. Ya kalkıp gideceğim, ya laflarının bana nasıl hissettirdiğini söyleyeceğim. İkincisini kin kusmadan nasıl yapabilirim bilmiyorum. Konuşmaya başladım, hiç ara vermedim:


“Anne kaç ay sonra geldim, niye akrep gibi sokuyorsun? Niye bana kızın değil de hasmınmışım gibi davranıyorsun? Niye bana kendimi yetersiz hissettiriyorsun? Yine yapamadığımı, beceremediğimi, kendime bir sevgili bulamadığımı, bu gidişle çocuk da doğuramayacağımı söylüyorsun. Niye? Ben biriyle olmak istemiyor muyum? Ben çocuk doğurmak istemiyor muyum? İstiyorum ama olmuyor! Neden diye şu ara kendime soruyorum. Bugüne kadar yaptığım hataları düzeltmeye çalışıyorum. Sence benim şu halimle annem arasında hiç mi ilişki yok? Yetiştirdiğin kızın kafasındaki zararlı tohumların ne kadarını sen ektin, hiç düşündün mü? Bugün ben bu kadar beceriksizsem, erkeklerle ilişkilerim sorunluysa, bunda senin de payın vardır, senden öğrendiklerimin. Bunu hiç düşündün mü? Yeter artık beni eleştirme! Nasılsam öyleyim, ne kadarsam o kadarım. Otuzumdan sonra arızlarımı kabul ettim, düzelmeye çalışıyorum, bu bile kendi başına bir başarı değil midir? Beni ne zaman takdir edeceksin? Ben hatırlamıyorum, sen hatırlıyor musun, beni en son ne zaman takdir ettin?”


Sustuğumda nefessiz kalmış gibiydim. Kaşığımı bıraktım.


“Eline sağlık. Çorba çok güzel olmuş.”

Uzun bir sessizlikten sonra annem cevap verdi:

“Afiyet olsun.”

Çorba kâselerini kaldırdı. Patlıcan biber kızartmış, sarmısaklı yoğurtla beraber onu getirdi. Konuşmadan yemeklerimizi bitirdik.


“Kahve sade mi?”

“Evet.”


Kahvemi bitirince “Geç oldu, ben gideyim” dedim. Annem itiraz etmedi.

“Ben de gelirim sana” dedi.

“Beklerim” dedim.


İlk defa annem savunmaya geçmedi, haklı çıkmaya çalışmadı. Seslerimizi yükseltmedik. Birbirimizin sözünü kesmedik. Sen nasılsan karşındaki de öyle. Bağırırsan o da bağırıyor, kızarsan o da kızıyor ve sen gerçekten hislerini düzgün ifade edersen seni dinliyor. Radyo gibi bir şeye dönüşüyorsun, hangi frekanstan yayın yapıyorsan karşındakiyle o frekanstan anlaşıyorsun.


Anneme öfkemin azaldığını fark ettim. Onu değiştirmem mümkün değil, o ancak kendi isterse değişir. Ama ben değişmek istersem değişebildiğimi görüyorum ve bu bana yetiyor. Değiştikçe şunu görüyorum: Ben ne istediğimi bilirsem başkalarının istediğini yapmak zorunda kalmıyorum ve kendi kararlarımı alırsam çevremdekiler buna göre pozisyon alıyor.


Pazar sabahı evde pencere kenarında oturuyorum. Dün yeterince meşguldüm, bu akşam da Ertan’la sevgilisi yemeğe gelecekler. İlk defa sevgilim olmamasına rağmen yalnız hissetmiyorum. Kendime söz verdim, pazarın tadını çıkaracağım.


Teşekkürler hayat.


Gelecek bölüm 25 Aralık 2017 Pazartesi hthayat.com’da


Diğer bölümler

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Kendi hayatımà karşıdan bakar gibiyim. Aldanislarim kiskancliklarim mutsuzluklarim kendimi değiştirmek istediğimde yapamamam... lutfen devam edin yazılarınıza
    CEVAPLA
  • Misafir Soluksuz okuyorum.. ara vermeseniz keşke :)
    CEVAPLA
  • Misafir aynı benim annem ..aynısı..çok zor hiç takdir almadan sürekli eleştirilmek..:(
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.