Tipime bakan beni bir şey zanneder. Keten pantolonlar üzerine çektiğim tiril tiril gömleklerim, daima cilalı siyah ayakkabılarım, hakiki deri kahverengi evrak çantam, yuvarlak çerçeveli gözlüklerimle tam bir beyefendi görünümündeyim. Uzun boyum, geniş omuzlarım, genetik miras fit vücudum ve yeşil gözlerim kadınların pek hoşuna gider. Bu yaşta bile, hâlâ. Gerçi biraz yaş sınırı yükseldi ama hiç yoktan iyidir.
Tumturaklı sözlerimle bugüne kadar çok kişi etkiledim. “Yaptığınızın çok büyük bir jest olduğunu bilmenizi isterim” türünden bir laf, ancak benim gibi bir adamın ağzından çıkabilir. “Çok naziksiniz” yan yana getirmeyi en sevdiğim, sadece kadın değil genel olarak insan tavlamada işe yaradığına yüzde yüz emin olduğum iki laftır. Tek kelimelik okum ise, eski İstanbulluluğumun altını çizen “Efendim”dir. Hitap olarak değil de cümlenin başında veya sonunda es vererek, dozunda kullanırım. Yıllarca, çalıştığım yerlerde genel müdürlere, yönetim kurulu üyelerine çaktırmadan yalakalık yapmak için az almadım ağzıma. Biri bana söylediğinde de pek hoşuma gidiyor.
Bir o kadar alaycıyımdır. Daha ziyade ses tonumla, mimiklerimle ince ince geçerim dalgamı. Bugün böyle bir kenarda durmamın, eskilerden tek bir “Nasılsın?” duymamamın sebeplerinden biri, bu ince alaylarımdır. Ekibimden biri Yugoslav göçmeni, börek derken ö’yü uzatıyor meselâ, farkında ama değiştiremiyor. Sabah toplantısına börek alır gider “Hadi bir çay söyleyin de kahvaltı edelim, ‘böörek’ çok güzel” derim. Yeni kravat mı takmış biri, üzerinde minik, renkli, dağınık erkek donları var. Hafif sırıtarak iltifat ederim. “Karizmana karizma katmış.”
Yani böyle şeyler söyler-dim. Eskiden. Kimse de ses çıkarmazdı. Zaten genellikle ses edemeyeceklere söylerdim. Altımdakilere, bir de meydan okuma babında ayarımdakilere. Muhasebe müdürüne meselâ. Zorunlu emekliliğime kadar altımdakileri böyle ezdim, ayarımdakilere böyle sataşıp eğlendim.
Başka şeyler de yaptım. Ayak işlerime koşturdum meselâ. Getir-götür yaptırdım. Tekirdağ’daki yazlığa yaptırdığım mobilyaların senetlerini ellerine verip bankaya gönderdim. Beş çayı için pastaneye gönderip simit aldırdım. Loto kuponu yatırttım. Odamda arkama yaslanıp iş buyurmak hoşuma gidiyordu. “Bir çay söylesene.” “Şener yemeğe çıkmış abi.” “Sen getir o zaman. Çayı boş ver ya.. kahve yap sen.” “Tamam patron.” Bazen işi iyice ilerletiyordum. “Benim valideyi hastaneden alıp eve bırakıver.” “Haftaya yokum. Al anahtarları, bizim çiçekleri sula! İki günde bir, unutma, hava sıcak.” Telefonları, neredeyse hep “Söyle” diye açtım.
Sadece dilimle değil, vücut dilimle de emrettim. Belki rica etseydim farklı olurdu. Hiç tepki veren, karşı gelen olmadı. “Peki abi.” “Olur patron.” “Ayıp ettin abi, hemen.” “Merak etme, boss.” Kör değildim, yüzlerinde bir an beliren, sonra hemen kaybolan hoşnutsuzluğu görebiliyordum. Ama görmemişim gibi davranıyordum. Dünyanın düzeni buydu bana göre. Alttakiler üsttekilere itaat ederdi. Sadece zekiler kendilerine emrettirmezdi. Demek ki o kadar zeki değillerdi. En zeki ise bendim! Tabii ki!
Ses çıkarmıyorlardı. Çünkü onlara minnet duyacakları şeyler yapıyordum, veriyordum. “Böörek”leri bedava yediği için elbette açıkça gönül koyamıyordu. Öğle yemeklerinde masalarına kurulup, istediğim gibi ötüp neşemi buluyordum, çünkü hesabı istediğimizde elimin bir işaretiyle onları durduruyor, şak diye kartımı uzatıp ödüyordum. Ekstra acıbadem likörlü tiramisuları, tahin takviyeli kabak tatlılarını ben olmasam nah yerlerdi! Çiçekleri sulatıyorsam arabasına benzin koyup tatile gönderiyordum. Çay-kahve yaptırıyorsam prim yazıyordum.
Tabii ki bütün bunları kendi cebimden ödemiyor, şirket kasasından ödetiyordum. Farkındalardı da umurlarında değildi benimkilerin. Üzümlerini yiyor, bağını sormuyorlardı. Fakat öğle yemeğini bedavaya getirdi diye kravatını dilime dolamama, ne yaptığımı anlamamış gibi yılışarak karşılık veren muhasebe müdürü, masraf listemdeki yemek faturasını öderken bana bileniyordu. Evdekilere anlatıp haline gülüyordum o zamanlar. Kendisi de şirket parasıyla abilik, babalık, patronluk yapabilirdi. Bana niye kızıyordu ki? Beceriksizdi. Muhtemelen iktidarsızdı da! Ya ben? Hah, hah, hah! Süpermen desenli külotlarla uçuyordum!
Ne var ki evdekiler anlattıklarıma gülmüyorlardı. Evdekilerden kastım, karımdı. Çocuklar küçüktü, bir şey anlamıyorlardı zaten. Bana yıllarca katlanmıştı karım. Torbido gözünden çıkan tokaları, cebimdeki külotları, bavulumdaki prezervatifleri, telefonumdaki mesajları, eve gelen sessiz çağrıları, konu komşunun “yanlış anlama ama Ali Vasıf’ı biriyle gördük” uyarılarını hep sineye çekmişti. Muhasebeciyi düşürdüğüm durum, gülünç değildi onun için. Yaptığım haksızlıkla nasıl övündüğümü anlamadığını söylüyordu. Onu bastırmaya, baskılamaya çalıştığımı, bunun bedelini bir gün ödeyeceğimi tekrar edip duruyordu.
Firuze, karım, benden nefret ediyordu. Ama önemli değildi. Tıpkı işyerindekiler gibi tana tabiydi. Önemli olan buydu. Bir yere gidemezdi. Büyük kız doğunca çalıştığı butikten ayrılmış, arada bir arkadaşının Fenerbahçe’deki atölyesinde bez bebek filan dikip biraz para kazanmaya çalışmış, neticede bana mecbur olduğunu anlamıştı. Bugün başımdan eksik olmayan dertler, musibetler ondan duyduğum beddualardan ileri geliyor desem yalan olmayabilir. Bir dönem öyle çok duydum ki o lafı, “Allah belanı versin”, hem ondan hem kendi annemden, aldığım ahların aheste aheste çıktığını sanıyorum.
Allah belamı verdi-veriyor gerçekten.
Bir Erkeğin İtirafları 2. Bölüm 22 Eylül 2020 Salı günü hthayat.haberturk.com’da.
YORUMLAR