Bir çocukluk şarkısı
Sahi, mutlu sonlara ne oldu?
Kitabın içinde asılı kalmış bu cümleden başlamakla doğru mu yaptım bilmiyorum. Zira mutlu sonlara, masallara, ejderhalara, devlere inandığımdan daha az inanıyorum. Karamsarlıktan değil çünkü ben karamsar bir insan da değilim. Sadece son denen şeyle mutluluğun çok nadir yan yana geldiğine inanıyorum.
Ama on iki yaşındaki Douglas’ın kardeşi Tom’a, gözlerinin önünde, evrendeki bir zamanlama hatası yüzünden yaşanamadan yitip giden bir aşkın arkasından sorduğu bu soru yer ediyor bende. Çünkü ben biraz da Douglas’ım. Yitip giden şeylere üzülen, kıymetli olanın hep değer görmesini isteyen… Tom’un “onları cumartesi matinesinde filmlerde gösteriyorlar” cümlesindeki gerçekçilikle yetinemeyen… ”Ama yukarda birisinin hata yaptığını düşünmüyor musun?” diye illa ki bir sorumlu arayan.
Şahane bir hafta sonu geçirdim Karahindiba Şarabı’yla. Uzun zamandır önceden okuyup da zaten seviyor olduklarım haricinde bir kitabı bu kadar aşkla, elimden bırakamadan okuduğum olmamıştı. Eşe dosta tam da bu duygunun özlemiyle mızmızlanıp duruyordum üstelik.
Bir çocukluk şarkısı Karahindiba Şarabı. Sadece mutlulukla örülü olmayan bir çocukluk şarkısı. Çünkü gerçek olanda sadece mutluluk yoktur.
Ne güzel şey şu çocukluk! Ne hazin şey şu çocukluk! Filtrelerle bezenmeden, savunma mekanizmalarıyla örülmeden, ölçmeden biçmeden, gördüğün gibi, olduğun gibi yaşayıp söylediğin, belki insan ömrünün en özgür zamanları. Kimine beş yıl, kimine on. Çocukluğun ne zaman bittiği, yaşlı insanların hiçbir zaman çocuk olmadıklarına ya da mutluluk makinesi yapabilecek komşularına inanmayı bıraktığın güne göre değişiyor işte.
Yaz boyu büyükbabasının her ay bahçeden topladığı karahindibalarla şarap yapmasına yardım eder Douglas. Her şişenin üzerine yapıldığı tarih mutlaka yazılıdır. Bu sayede şişelerde o tarihte yaşanmış tüm anıları da biriktirdiğini hayal eder. Anıları şarap şişelerinde topluyordur. O anıların içinde kendini yalnız, umutsuz ve kaybolmuş hissettiği bir gün sorar kendi kendine “şarap hatırlar mı ki?”
Ray Bradbury’e böyle bir çocukluk geçirmiş olduğu için değil – çünkü sıradan bir çocukluğa dair tüm güzelliklerin, hüzünlerin, kayıp ve kazançların ötesinde hiçbir şey yok onun hikayesinde de – bu çocukluğu böyle güzel anlatmayı başardığı için bin teşekkür. Yazdığı onca başarılı anti ütopya hikayelerinin altında böyle dopdolu yaşanmış bir çocukluk olduğunu tahmin etmeliydim.
En sevdiği arkadaşının başka bir şehre taşınmasıyla hayattaki ilk insanını kaybeden Douglas’ın çocukluğumdan beri paylaştığım son cümledeki ruh haliyle bu satırlara son…
“Tom” dedi Douglas, “bana sadece bir tek şey için söz ver tamam mı?”
“Tamam, söz. Ne sözü?”
“Kardeşim olabilirsin ve belki bazen senden nefret ediyor olabilirim. Ama etrafta ol, tamam mı?”
“Yani sen ve arkadaşların yürüyüşe çıktığınızda peşinize takılmama izin verecek misin?”
“Tabi… Elbette… Ona bile. Demek istediğim, ortadan yok olma! Gidip bir arabanın altında kalma, uçurumdan düşme.”
“Elbette hayır! Beni ne sanıyorsun?”
“Çünkü en kötü olasılıkla ikimiz de iyice yaşlandığımızda, bir gün kırk veya kırk beşimize geldiğimizde, batıda bir altın madenimiz olabilir ve orada oturup mısır püskülü içerek kafayı bulur, sakallarımızı uzatabiliriz.”
“Sakal uzatmak! Vay canına!”
“Dediğim gibi etrafta ol ve sana bir şey olmasına izin verme. “
“Bana güvenebilirsin” dedi Tom.
“Kaygılandığım sen değilsin” dedi Douglas. “Tanrı’nın dünyayı yönetme şekli.”
YORUMLAR