Balıkçı’nın öykülerinde yaşıyor gibi…
Güney Ege’nin bu sakin minik kasabasında yıllar yıllar üstüne devrilmiş ve göç edişimin üzerinden meğer beş koca yıl geçmiş. Tam bir ay önce bunu fark ettiğimde her şey gözüme bir anda kocaman göründü. Dünyevi zaman algısından kendimi ne kadar koparmak istesem de var oluşumuza işlemiş minik kırıntılar hep kalıyor haliyle. 5’ler, 10’lar, 25’ler, 50’ler sadece birer sayıdan ibaret olsalar da manen de bir bütünlük ifade ediyorlar sanırım.
Hayatımın son beş yılını bu kasabada geçirdiğimi fark ettiğimde film şeridinde gibi dolaştım pek çok anda. Kimsenin beni tanımadığı, benim kimseleri tanımadığım, sokaklarında turist olarak dolaşmak istediğim bir yerin “kırmızı saçlı bisikletli kızı” olmuş olmak, hemen herkesi tanıyıp tanınmak, acı tatlı bir dolu anı biriktirmiş olmak, her sokağın, her meyhanenin, her masanın, her kıyının bir değil, yüzlerce anısı olması… Her şeyiyle ‘yeni’ olmak istediğin bir yerde eskidiğini fark etmek ve bundan dolu dolu bir haz duymak…
Tüm bu biriken anların, anıların ağzımda bıraktığı tadın karşılığı şu: Halikarnas Balıkçısı’nın öykülerinde yaşıyor gibiyim. Yüzümü çevirdiğim, sofrasını paylaştığım, denizinde kulaç attığım, kırk yıllık hatırlar yuvarladığım insanların nicesi bir balıkçı öyküsünden fırlamış gibi. Tiycanlar, Alişler, Hacı Hasanlar cirit atıyor ortalıkta.
Cevat Şakir’i derinden anladığım bir çağımdayım. Mavi Sürgün’de yazdıkları, geçirdiği dönüşüme dair söylediği ne varsa satır satır ezberim. Bu toprakların, Ege’nin, Ege insanının, dışarıdan, daha hoyrat ve zalim bir dünyadan gelmiş, bencil, ukala, o hoyrat ve zalimliğin bizzat kendisi olmuş birini bile nasıl usul usul yoğurduğu, doğaya, insana, var oluşa saygıyı öğrettiği, üretmenin ve bereketin kıymetini bilmesini sağladığı artık onun yaşayıp da yazdıklarından okuduğum değil, bizzat benim de yaşayarak öğrendiğim gerçekler. Evet, bu toprakların müthiş bir dönüştürücü gücü var. Zaman nerede olursa olsun insanın üzerine bir şeyler koyan, kimi halde de götüren bir kavram. Ama burada o dönüşümü sağlayan bizzat doğa, doğadaki insan, bereket, üretim, mavi, yeşil, çiçek, hayvan, deniz, ağaç… Bunlara dokunmuş ve var oluşunun ilk gününden beri bunlarla eğitilmiş insan en kalabalık yerde bile öyle kendini belli ediyor ki!
Ötelerin Çocukları’nı okuyanlar Tiycan’ı çok iyi bilirler. Halikarnas Balıkçısı’nın en pırıl pırıl, en insan canlısı, doğa ananın en birinci elden yoğurduğu yavrusu karakteridir o. Geçenlerde mutfakta bir harala gürele çalışırken hemen yamacımda bir Tiycan beliriverdi bir anda. Ömrünün ikinci yarısına geçmiş bir tatlı Ege kadınının, çocukluğunda devirdiği dağları, sürdüğü çiftleri, denizi, balığı, sapanı, oltayı anlatışını dinlerken Tiycan oluverdi bir anda konuşan. “Babam beni erkek gibi yetiştirdi” diyordu ama öyle değildi bence o. Babası muhtemelen bilmeden tam da olması gerektiği gibi doğa anaya istediği gibi yoğurması için bir evlat teslim etmişti. Yoksa yıllar sonra bile o günleri anıp anlatıldığında bunca güzel şakıyabilir miydi bir insan?
Tiycanlar’dan öğrenmesi gereken çok şeyi var bu dünyanın.
YORUMLAR