Gerçeğin kulaklarına kiraz takalım!
Hayatımdaki insanların benimle ilgili bildikleri listesinden en çok “genç yaşında Datça’ya yerleşmiş cesur kız” tanımını çıkarmak isterdim. İsterdim ki benden başkalarına bahsederken bu tanımı parlatıp süsleyip bir idol yaratmasınlar ve ben her tanıştığım insana bıkıp usanmadan hikayemi anlatmak zorunda kalmayayım.
Garip bir şekilde herkes hayatını, yaşadığı yeri, standartlarını vs. değiştirmiş insanlardan bir süper kahraman hikayesi duymayı bekliyor. Kanser olup doktorundan yakında öleceği bilgisini almasıyla birlikte hayatının kıymetine ayan ve elinde ne varsa saçıp savurup bambaşka bir düzene yerleşmesiyle birlikte ölümü bile yenen insan hikayeleri hala çok prim yapıyor. Yanlış anlaşılmasın, bunlar kendi özelinde çok önemli ve başkalarına da ilham vermesi gereken yaşanmışlıklar. Ben de insanın hayatını istediği gibi yaşaması, yüklerinden ve korkularından kurtuldukça özgürleştiği gerçeğine inanıyorum. Ve şu da bir gerçek, genellikle başımıza gelen kötü şeyler sayesinde artıyor farkındalığımız. Lakin benim ne yaşadığımı dinlemek üzere üzerime dikilmiş gözlerdeki heyecanı gördükçe benden de benzer bir şeyler duymayı beklediklerini görüyorum. Ölümle burun buruna gelmiş, yıkılmış, sevdiklerimi kaybetmiş, iflas etmiş falan olmalıyım. Yoksa böyle ‘harika’ bir şeye nasıl cesaret edebilir ki insan!
Elbette ki hayatımın en parlak ve mutlu dönemi değildi. Yaşadığım koşullar kaldıramayacağım ölçüde zor geliyordu artık ve denemek istedim sadece. Koşullar dediğim de trafik, kaba ve vahşi kalabalıklar, çalışmanın köle olmakla eşdeğer olduğu düzenler vs. Klasik İstanbullu şikayetleri. Yani mevzu bu kadar basit. Bir süper kahraman değil, olsa olsa bir anti kahraman hikayesi çıkar kısacası benden.
Birilerinin hep o istenen şeyi yapabildiğini görmek iyi geliyor biliyorum. Tüm bu hararetli kulak kabartma hallerinin arkasında bu var. Lakin içinde yaşayanı hep aynı cümleleri tekrar etmek zorunda bırakmak ne kadar sıkıcı anlatamam. Hayat akmış, o zamanların üzerinden bir sürü yeni şey yaşanmış, arada yeni bir dolu hikaye birikmiş ama birileri sizin sürekli aynı plağı çevirmenizi istiyor.
Bazen diyorum ki kaçamayacağın böyle anlarda sürekli aynı şeyleri anlatıp sıkılmak yerine Tim Burton’ın efsane filmi “Big Fish”teki Edward Bloom gibi bir hikaye anlatıcısına mı dönüşsem... Gerçeği, gerçek üstü bir masal gibi süsleyip her defasında başka başka kurgularla anlatsam... Gerçek hep orda dursa ama ben gerçeğin kulaklarına kirazlar taksam, balonlar uçursam… Gerçeğin sıkıcılığını kelâmının güzelliğiyle boyayan dişi bir Edward Bloom’a dönüşsem… Daha az sıkılsam daha çok eğlensem…
Bir seferinde bir sirk çadırının arkasına takılıp gelmiş olsam misal Datça’ya. Marmaris’ten sapıp bir yanda Ege bir yanda Akdeniz, yarımadanın en ince noktası olan Balışkaran’a geldiğimde sirkteki bütün hayvanları özgürlüklerine kavuştursam. Adını aldığı efsane bu ya, bir Ege’den Akdeniz’e, bir Akdeniz’den Ege’ye atlayan balıklar gibi bir gün Ege kıyısında, diğer gün Akdeniz kıyısında homurdansa filler.
Başka bir sefer plaza kaçkını birkaç anarşistin kurduğu bir “hayatımızı geri istiyoruz” hareketinin Datça temsilcisi olarak atanıp da gelmiş olsam. Lakin buraya geldiğimde anarşistin de anarşisti olup bütün örgütlerle bağımı kestikten sonra bedensel ve zihinsel tüm hizmetimi toprağa, keçilere, tavuklara falan sunmuş olsam.
Şu son iki paragrafta bile sevdim Edward Bloom olmayı. Sonuçta yalan da yok. Geldim mi geldim. Hala soracak olursanız nasıl geldiğimi, izin verin de 2500 kere aslına uyarak anlattıktan sonra azıcık palyaçolar ve cambazlarla süsleyeyim.
YORUMLAR