Nuri Bilge, mutfak, sinema üçgeni
Laura Esquivel’in “Acı Çikolata” romanı, kıymeti bende hep ayrı bir yerde duracak olan bir romandır. Okuduğum günden beri mutfakta ne zaman tezgahın başına geçsem bilirim ki o anki ruh halim yaptığım yemeğin içine geçecektir. Ve daha da önemlisi, o yemeği yiyenler de benim yemeğe bulaştırdığım duygu durumundan nasiplerini alırlar. O gün bugündür bilir ve inanırım ki, bir duyguyu aktarmanın en güzel ve direk yolu mutfaktan geçer. Bir nevi yiyeceklerle yazılan bir mektup gibi… Bu, yemeğin lezzetli ya da lezzetsiz olmasıyla alakalı bir durum değildir. Bir makarna sosu aşkla dolu olabilir ya da bir pasta kalp kırıklığıyla… Tıpkı Tita’nın umutsuz bir aşk acısıyla doluyken yaptığı düğün pastasını yiyenlerin tarifsiz bir kederle dolup midelerini bozmaları gibi. Halbuki pasta her zamanki gibi lezzetin doruklarındadır.
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da Altın Palmiye aldığını duyduğum akşam tezgahın başına pasta yapmak için geçmek üzereydim. Kocaman çilekli bir pasta… O ana kadarki duygu durumum neydi, kafamdan neler geçiyordu pek hatırlamıyorum ama tezgah başına parlayan bir coşkuyla geçtim. Yumurtasını kırarkenden, en son üstünü süslemeye kadar Nuri Bilge Ceylan coşkusu bulaştı pastanın içine.
Sanat böyle bir şey işte. Üretiyor ve senden çıktıktan sonra hayatın bilemediğin ne anlarına etki ediyorsun. Bir mutfak ve pasta gibi mesela... Eserin, ulaştığı insan kadar anı biriktiriyor, her insanda hikayeler üretiyor, üstelik de sonsuzluk denen o zamansızlığın içinde. İnsan ölür, eseri ölmez. İnsanoğlunun kendi adına bulduğu tek ölümsüzlük yöntemi…
Hazır “mutfak, sinema, sanat” demişken son zamanlarda izlediğim çok keyifli bir filmi de yazmak istiyorum buraya. The Lunchbox! Sefer tası taşımacılığı Bombay’da uzun yıllardır devam eden bir iş koludur. Kadınlar bu vesileyle eşlerine her öğlen kendi yaptıkları yemekleri gönderirler. Ila da evliliğinde mutsuz, üst komşusunun da yardımlarıyla eşine yaptığı yemeklerle onu yeniden kendine bağlamaya çalışan genç bir kadındır. Bir gün hazırladığı sefer tası eşi yerine yanlışlıkla Saajan isminde, karısını kaybettikten sonra hayatla bütün bağlarını koparmış, işinden başka bir uğraşı olmayan, yakında da erken emekliliğini istemiş olan bir muhasebeciye gider. Böylece ikili arasında hem lezzetli yemekler hem de sefer tasının içine koydukları mektuplarla devam eden güzel bir ilişki başlar.
Sıradan olan ne varsa içinde barındıran bir film “The Lunchbox”. Etkileyiciliğini de buradan alıyor. Mutluluğun büyük, kocaman şeylerde değil, aslında her gün gözümüzün önünde olan sıradan şeylerde olduğunu hatırlatıyor. Tıpkı Barış Bıçakçı romanları gibi.
Filmin bir yerinde Ila, Saajan’a yazdığı mektupta, gayri safi milli hasılanın değil de gayri safi milli mutluluğun çok yüksek olduğu bir yerden ve oraya gitmek istediğinden bahseder. İzlerken durdurup başa sardığım yerlerinden biriydi filmin. Her geçen gün açık hava tımarhanesine dönmek üzere olan bir ülkede gayri safi milli mutluluğumuzun vardığı noktayı düşündüm. Baktım, güzel bir film izlerken olmayacak, düşünmeyi bırakıp izlemeye devam ettim.
Biraz ordan burdan bir yazı oldu. Velhasıl kelam, hayata sanattan, mutfaktan, bir de tabiattan daha güzel baharat yok. Eksik olmasınlar!
YORUMLAR