Beş boyutlu seviyorum seni
Bir ayin gecesi. Odamı havalandırmış, sevdiğim kokularla kendime hazırlamışım. Mumlarım yanmış, en sevdiğim müzikleri açmışım.
Sutraları okuyorum. Her seferinde unutuyorum, böyle metinler bir bölüm okutuyor kendini. İmkanı yok geçemiyorsun sonrakine. Dolu dolu hissediyorum, içime daha tek bir şey alasım yok. Kitapçık kayıp gidiyor elimden kanepeye, içimde birkaç kelime asılı kalıyor.
Sadece oturuyorum. Meditasyonlarda gruplara söylediğim gibi bir “sadece otur” geçiyor içimden, selamlıyorum yüzü gözümün önüne gelenleri…
Müziğe kayıyor dikkatim. Jami Sieber, Benediction çalıyor.
Dinlediğime bağlanıyorum.
Çocuğuma, sevdiğime bağlanır gibi bağlanıyorum, bir farkı yok o anda.
Bir şey dinliyormuşum, bir şey yapıyormuşum gibi gelmiyor.
Çalan benden ayrıymış gibi gelmiyor.
Yaratanı hayal ediyorum, yaradana bağlanıyorum.
Tanımadığım bu insana bağlanıyorum.
Onun vasıtasıyla sanki her şeye bağlanıyorum.
Mumun titrek alevine bakıp kalıyorum.
Bir önemi de yok ya, artık mumları neden çok sevdiğimi biliyorum. Ateşi izlemek, hayat-ölüm-hayat doğasının en güzel dansını izlemek gibi.
Bir süreliğine ben yok oluyor.
Mumun küçük alevinin dansı ve adına müzik denilen canlı kalıyor odada, baş başa.
Ne meditasyon yapıyorum, ne özel bir şey.
Sadece olanla aradan çekiliyorum.
Çekilen de kim desen, onu da bilmiyorum.
Bir süre daha müziğini dinleyip arama motoruna adını yazıyorum. Jami Sieber, enter. Yazılanları okuyorum, resimlerine bakıyorum.
Bunları yaratırken nasıldı, neler oldu diye soruyorum.
Cevaplarımın kurgu olacağını, öyle bir gerçekliğin peşinde olmadığımı biliyorum.
Sadece hatırlıyorum; sende, bende neler oluyorsa onda da arka planda öyle şeyler oldu işte.
Canı yandı, can yaktı. Sevinçten havalara uçtu. Nefessiz kaldı. İçi genişledi.
Ya yaratırken diyorum, ya yaratırken?
Bilmiyorum.
Mesela dert etti mi, beğenirler mi? Bunu dinlerler mi?
Haset ederler mi?
Yalnız kalır mıyım?
Kaç zaman tuttu kendini?
Kaç zamanını özlemle geçirdi?
Kıyasladı mı, kıyaslandı mı?
Ondan çıkan beğenildikçe kibirlendi mi?
Kibirini karşısına oturtup ona sevdiği bir çocuğa bakar gibi baktı mı?
Çamurunu merak ediyorum. Tüm çamurunu.
Kimse ona bakmazken olan biteni, sahnenin arkasını.
Hepimizde temel malzemeleri aynı olanı.
Dinlediğim muhteşem şeyde tüm o kusurları işitir gibi oluyorum.
Adını koyamıyorum, çünkü bilmiyorum.
Ama muhteşemliğin içinden yeşereceği çamurlu toprağı adım gibi biliyorum.
Sevemiyoruz ya, sevmeyi bilmiyoruz ya, kimse belki bizi öyle sevmedi ya,
Dikkatimiz hep olmayanda, kusurluda, düzeltilmesi gerekende ya,
Herkeslerden ideal olmasını bekliyoruz.
İki boyutlu olmasını istiyoruz karşılaştığımız herkesin.
Gördüğüm yüzüyle, yönüyle, rolüyle, gördüğüm kadar.
İnsan denen bu sonsuz derinlikte ve katmanlı canlının iki boyutlu sıkıcı bir resim olmasını istiyoruz.
Dördüncü, beşinci boyutlara erişmeye, göklere uzanan insanlardan, hocalarımızdan, sevdiklerimizden,
Gerçeğini bilmeye, sevmeye çalışan, tıpkı bizim gibi ölümlü insanlardan koca koca beklentilerimiz oluyor.
“İçine sığ, sıkış” diye baskı yapmakta beis görmediğimiz köşeli kalıplarımız…
İki boyutlu olsa,
Şöyle harika bir resim olsa,
Hiç kusuru, hatası olmasa,
Hayal ettiğim gibi ideal olsa,
Belki sevebilirdim.
Bir ihtimal.
Ah!
Sevemiyorum…
İçim sıkılıyor diyorum, sevemiyorum diyemiyorum.
Kusura, çamura, gölgeye bakmaya tahammülüm yok.
Ben sadece dağın yükselen yamaçlarına tutunuyorum.
Anla işte, beş boyutluyken seni sevemiyorum.
Jami, hangi çamurlarla yarattın bunlar kim bilir? Adem’in çamurdan yaratılışı gibi…
Çamurundan, kusurlarından yarattıkların beni aya çıkarıyor. Onları nasıl sevmem? “Sevin bir acıyı canınız gibi” diyen Lao Tzu’ yu anlar gibi oluyorum. Seni aradığımda, karşıma çıkan başka/ sınıflandırılamaz sanatçı (an other/ not classifiable artist) ifadesini görür görmez seviyorum.
Seni beş boyutlu seviyorum, sen anlarsın gibime geliyor.
Kutsama (benediction) bu işte, gibime geliyor.
YORUMLAR