Atam bu sofrada sen varsın…

Bugün 10 Kasım…


Saat dokuzu beş geçe ailemdeki yaşlı, genç, çocuk herkesin ayağa kalkıp saygı duruşunda bulunacağı gün.


Ağrıyan dizler, iş güç, ders, antrenman, oyun hiçbir şey buna mani değil.


Bir büyük adama, dünyada eşi benzeri bulunmayan bir Ata’ya kalbimizdesin diyeceğiz hepimiz.


Bugün Atatürk’ü anmadan bir yazı yazmak imkânsız.


Aslında bugün ve her gün onun ve silah arkadaşlarının emeğiyle sahip olduklarımızın farkında olamamak imkânsız. Aksini düşünmek ne büyük bir bilgisizlik, acizlik…


Savaştan yeni çıkmış yorgun ve fakir bir milleti özünü araştırmaya, kültürünü korumaya yönelten, ekonomik ve siyasi adımların yanında hiç zaman kaybetmeksizin etnografik çalışmaları destekleyerek, kendi kaynaklarını bile Türk milletinin benliğini korumak için kullanan kaç lider vardır acaba?


İnanın sofra ve yemek kültürümüzün araştırılmasıyla ilgili önemli çalışmalar da onun talimatıyla yapılmış.


Kendisi yemeğe çok düşkün olmamasına karşın, Türk mutfağının korunması ve kayıt altına alınması için uğraş vermiş.


Kim bilir Selanik’te annesinin yaptığı ve çok severek yediği ıspanaklı börek tarifi kayıtlara geçti mi acaba? Ya da bu lezzetlere özlem etnografik çalışmalarda yemek ve mutfak konularının önemini daha da mı arttırdı onun gözünde?


Atamız askeri okuldan da getirdiği bir alışkanlıkla kuru fasulye pilavı da çok severmiş. Leblebiye düşkünlüğünü de hepimiz duymuşuzdur sanırım; özellikle rakının yanında leblebi yediğini.


Yemek ve Kültür dergisinin 2006 tarihli 7. Sayısında Hilmi Yavuz’un güzel bir yazısını okumuştum. Leblebiyle ilgili hoş bir anı vardı yazıda.


Atatürk’ün sofrasında defalarca bulunmuş ünlü seramik sanatçımız Füreya Koral bir gün sohbet sırasında şair Melih Cevdet Anday ‘’Atatürk rakıyı leblebiyle’’ içerdi diyince onu terslemiş ve şöyle demiş ‘’Atatürk içkisini leblebiyle içmezdi, nereden çıkardın bunu!’’ Şairimiz de esprili bir dille ‘’Bize İnkılâp Tarihi’nde böyle anlattılar’’ diye cevap vermiş.


Biz daha sonraki neslin de kendi İnkılâp Tarihi derslerimizden hatırladığımız, Atatürk’ün yakın çevresinin aktarımıyla Paşa’nın sofrasının ne denli önemli olduğu. Bu sofranın tanıklarının anlatımlarıyla derlenmiş


Oğuz Aktay’ın 2010 tarihli ‘’Bu Sofrada Ben Varım’’ isimli kitabı Atatürk’ün sofrasının nasıl bir sofra olduğunu en samimi şekliyle anlatırken aslında gerçek Mustafa Kemal’i de en doğal, en sıcak şekliyle insana hissettiriyor.


Kitabın sayfalarını çevirdikçe, en yakınlarının hatıralarından sofra düzeniyle bizzat ilgilendiğini, yanlışlıkları düzelttiğini, hatta davetli olduğu zamanlar bile gerekli kritikleri yaptığını, 36 saat çalışma masasının başından kalkmayıp, onun için hazırlanan yemekleri ‘’Bana bir ayranla bir dilim ekmek ver ve bol da bir kahve yap! Şimdilik bunlar kâfi, daha öbürlerini yemeği hak etmedin’’ diyerek geri çevirdiğini, çalışmaktan yemek yemeği ve hatta uyumayı unuttuğu günler ‘’Milletim ve vatanım için başladığım bir işi bitirmeden gözüme nasıl uyku girmesini istiyorsunuz?’’ diye çevresini kınadığını, aslında vakit bulduğunda en keyifli anlarını yaşadığı sofralarda gösterdiği nezaketini ve kişi ayırmaksızın insanlığını, hoş sohbetini ve muzipliğini okuyup ona bir daha ve bir daha hayran kalıyorsunuz.


Ama en çok durmaksızın çalışma azmine, bir dönem Türkiye’sine yön veren sofrasının bir parçası olan karatahta, tebeşir, silgi ve kitaplarına…


Bir tarihin emek emek yazılmasına, bir milletin uyanmasına…


Atam şimdi hangi sofralarda varsın bilmiyorum ama sevdiğini okuduğum favayı yapacağım ben bugün.


Belki şöyle bir göz atarsın soframa, belki o asil gülümsemenle, yüreğimden, senin de keyifle içtiğin orta şekerli kahveme eşlik edersin, ‘’Bu sofrada ben varım’’ diyerek huzur bulursun…


Fava tarifi için lütfen tıklayın…

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.