Hayat sandığımız şey...
Hayat, o sandığımız şey değil.
Hani, o ana dek yaşadıklarımızdan anladığımız.
Emin olduğumuz.
Aslında hayat, belki de hiç bilmediklerimiz.
Hatta henüz yaşamayı aklımızdan bile geçirmediklerimiz.
Öğrendiğimizi düşündüklerimizle yetindiğimiz sürece, ‘bilmek’ sandığımız yanılgının içinde döner dururuz.
Zira her sabah uyandığımızda hayat sandığımız şeyin, bir an sonra bambaşka bir tecrübeyle değişmesi çok mümkün.
Mesela hiç gerçek bir savaşın içinde kalmadıysak her düşündüğümüzü doğru sanmak kolay. Ama ya savaşta yaşamak. Tam ortasında durmak. Hatta sadece mağduru değil tarafı olmak.
Bir yazı adamı iken, kalemini zorunlu olarak bırakıp, savaş zamanı seferberlikte silah altına alınmak mesela.
Uzun zamandır ziyareti ihmal ettiğim dedemin kabrine gittikten sonra hissettiklerimin yoğunluğu hala sürüyor. Dedem benim çocukluk kahramanım. Belki de şefkate en ihtiyaç duyduğum zamanlarda hayatımda onun varlığı en büyük şansımdı.
O denli sessiz, sakin, iyi huylu biriydi ki yanımda oluşu bana hep huzur verdi. Çocukluğumun güzel anılarında hep onun tebessümü durur. Ölümü benim ilk yaralanışımdı.
Onu düşündüğümde aynı huzuru bugün de hissedebiliyorum. Demek ki gerçek sevgi aslında ölmüyor.
O şefkatli el hala sırtımda.
Dedeme derin ve sadece çocuklarda var olan saf bir sevgiyle bağlıydım. Elimi tutup beni Küçükyalı tren istasyonuna götürür, sadece ben seviyorum diye trene bindirir, gezdirirdi. Birlikte son durağa kadar gidip geri dönerdik. İnince de bana bir kitap alırdı. O küçük meraklı çocuğa zaman ayırır, ilgi gösterir, kendisi olmakla bile bir şeyler öğretirdi. O dönemlerde emekli olmuş bir edebiyat öğretmeniydi. Onun sayesinde ilkokuldan iyi bir Türkçe ile mezun oldum.
Bir süre önce sahaflardan onun eski dönem yazdığı ve bende olmayan kitaplarını toplamaya başladım. Her kitap geldiğinde gözyaşları içinde kalıyor, duygu dalgalanmaları yaşıyordum. Bende kalan daktilosu, el yazısı notları, dostlarından gelen mektupları ile avunuyordum.
Dedem 2.Dünya Savaşı sırasında esir düşmüş, bir zaman sonra da nasıl olduysa Azerbaycan’dan anavatana göçmüştü. Oradaki hayatına dair ailemde de pek bilgi yoktu.
Her yıl yeniden taramalar yaparak internetten ona dair detaylar bulmaya çalışıyordum. Ama tarihlerin eski olması sebebiyle hiç bir şeye rastlayamıyordum. İlk yıllarda eski kitaplarını bile bulamamıştım. Ama internet gelişip kimi arşivler listelendikçe ufak tefek bazı bilgiler çıkmaya başlıyordu.
Sonunda bir kaç gece önce beni epey şaşırtan bir şey oldu. Onun edebiyat hayatına dair Azerbaycan’da bir süre önce yayınlanmış bir çalışmayı e-kitap olarak buldum.
Kitapta dedemin gençlik yıllarına dair hiç haberdar olmadığım bilgiler vardı. Mesela gerçek adı. Bundan hiç haberim yoktu. Birden yeni biriyle tanışmış gibi hissettim.
Küçükken hep onun yazı masasının altında oynardım. Odadaki ahşap kitaplıkta Türk tarihi üzerine kitaplar, Ülkücü dergiler bulunurdu. O zamanlar anlamasam da daha sonra büyüdüğümde onun düşünce dünyasında Türk olmanın çok önemli yeri olduğunu anlamamı sağlayan anılar bunlardı. Kimi mektuplarına ‘ülküdaşıma’ diye başladığını görmüştüm.
Oysa bulduğum biyografik bilgilerde onun gençlik yıllarında o dönemki Sovyet ideolojisine destek verecek biçimde öğretmen olarak çalıştığı ve aynı zamanda ‘Genç İşçi’ ve ‘Komünist’ adlı dergilerde yazılar yazdığı anlatılıyordu.
Peki dedemdeki bu keskin değişim nasıl gerçekleşmişti? Buna dair ipuçları da biyografi bölümünde yer alıyordu.
Dedem bir savaşa girmişti. 2.Dünya Savaşı.
Rusya Almanya’nın işgali altındaydı. Cepheye gidişi de kendi isteğinden bağımsız olarak gerçekleşmişti. Çünkü savaş çıkınca Rusya seferberlik ilan etmişti.
O çalışmada dedemin ve arkadaşlarının bu süreçte Sovyet ordusu içinde, Türk olmaları dolayısıyla Rus subaylarından çok kötü muamele gördükleri ve dedemin bu sürecin sonunda Türkçülük ve Türk olmak üzerine yazılar yazmaya başladığından bahsediliyordu. Muhtemelen kimi savaş suçlarına ve ancak savaşta görülebilecek kimi kötü muamelelere şahit olmuştu.
Tüm bunları yaşayınca düşünceleri, duyguları, inançları, ideolojisi, hayata tavrı, köküne olan bakışı, insanlarla ilişkileri her şeyi çok ani bir biçimde değişmişti.
Savaş belki de onu, benliğinin bir bölümünü yıkmış, o da kendisine yeni bir isimle yeni bir hayat kurmuştu.
Muhtemelen o süreçte, insan denen varlığın en acımasız taraflarını görmüştü. Hayat onu aniden kimi yanılgıları ile yüzleştirmiş, o arada sevdiklerini de elinden almıştı. Kaybedecek pek bir şey kalmamıştı.
Bunları okuyunca dedemdeki o suskunluğun sebebini daha iyi anladım.
Ancak anlatmadığı, anlatamayacağı, yaşadığı ama hala öğütemediği çok şeyi olanlar böylesine susar.
Tüm bunların sonunda her şeyden habersiz, ondan sadece sevgi bekleyen küçük bir çocuğun elinden tutup, onunla sessizce yollarda yürümüştü.
Belki de hayat bilinmeye gelmiyordur.
Bilinmek istemiyordur.
Kim bilir?
Belki aslında bilinmek için değil, kadere teslim olup gün be gün yaşanmak içindir hayat. Vakit gelince sadece ölüm meleği anlatabilir bize kendi gerçek hikayemizi.
Belki de uzatılan eli tutmaktır.
Çok hesaplamadan.
Savaşmadan.
Sadece o eli tutmaktır...
YORUMLAR