Mektup

Adamın hiç durmadan, dil üstüne, dilin aslında anlatmak istenen her şeyi, anlatılmak istenen her şekilde, başarıyla nakledebileceği üzerine kitaplar okuması da yazılar yazması da boşunaydı.Kadın ne onun okuduklarını okuyordu, ne de yazdıklarını.


Zaten okusaydı da bunların tümü ona bambaşka anlamları olan başka sözcükler gibi gelirdi. Adamın yıllardır özlemini çektiği ve bir türlü erişemediği dilin, aslında ikisinin, aynı evi ve biraz da benzer kaderleri paylaşan bu iki insanın arasında olabilecek en tatlı dil olduğunu, anlaması mümkün değildi.


Adam için evlendiklerinin birkaç hafta sonrasındaki bir akşamüstü gerginliği, bu konuya ilk ve son hatta kesin noktayı koymuştu. Kadın ona kendisini bu konularda sıkmamasını, örmeyi bitirmesini bekleyen çilelerce yünü olduğunu sertçe ifade etmişti. Kadına göre bu adamın işiydi ve herkesin işi kendineydi.


1978 yılının sonlarıydı, kadın da adam da yeni yerleştikleri semti ve haneleri tanımaya çalışıyorlar, artık yaşın kemâle ermiş olması da bu tanıma dönemini belli ki zorlaştırıyordu. Adam her sabah emekliliğini inkar eden bir edayla tam mesai saatine bir saat kala uyanıyor, tıraşını oluyor, sırası gelen iki takım elbiseden birini giyip, içinde kitapları ve notlarının durduğu, ince, siyah zarf çantasını kolunun altına sıkıştırıyor, yokuşun başındaki evden aşağıya ağır ağır iniyor, yokuşun sonundaki evden atılan, esaret altındaymış hissi veren bakışları fark ederek tren istasyonuna kadar ağır ağır yürüyordu. Mesaiye giderken bindiği saatte gelen trene biniyor, her gün ayrı ayrı duraklarda iniyor ve ağır adımlarla hiç bilmediği duraklardan sokakların içine yürüyerek kendince keşifler yapıyordu. Aradığı eski yayınları bulabileceği köhne kitapçıları böyle zamanlarda keşfediyor, oralarda uzun vakitler geçiriyor, genellikle kitapçılarla ortak sevilen bir yazardan açılan bir bahis ona öğleni ettiriyordu. Yemeği genellikle bir simit ve çayla geçiştirmeye alışıktı, okulda da öğretmenler odasında hep yaptığı şeydi. Gazetenin sabahtan kalan ve öğlen okunması mümkün olmazsa akşama kadar zihni meşgul eden bölümleri hep bu simit ve çayın eşliğinde bitirilirdi.


Öğleden sonraları ya bir vapurla şehrin karşı kıyısına geçip oradaki bir parkta ya da iskelede zaman geçirir ya da daha önceleri çalışmış olduğu okullardan birindeki arkadaşlarını ziyaret ederdi. Bütün bu yoğun günün içinde yapmayı ihmal etmediği ve her gün usanmadan gittiği tek bir yer vardı, şehrin en eski semtlerinden birindeki o muhteşem binanın içindeki postane ve oradaki belki de sahiplendiği tek şey olan ve artık ne zaman kiraladığını bile unuttuğu posta kutusu. Bu posta kutusu ile kurduğu bağ çok derindi ve ilk günden beri hiç zayıflamamıştı, artık umutlar azalsa da yine de haftanın üç günü mutlaka gider bakardı, mektup gelmiş mi diye. Çünkü beklenen mektup henüz gelmemişti ama bu hiçbir zaman gelmeyeceğini de göstermezdi.


Memleketinden ilk geldiği günleri hatırladı, ne kadar zor günlerdi, küçücük bir tahta bavulun içindeki bir kat takım elbise ki o da abisinden kalmaydı, birkaç Farsça Fuzuli ve Dede Korkut kitabı, bir dolmakalem, onu da saatini verip satın almıştı, bir Azerbaycan bayrağı, bir takım pijama, üç kuruş da para. İşte o ilk günlerde kiralamıştı bu posta kutusunu ve bir daha da hiç bırakmamıştı. Posta kutusuna bazen yayıncısının mektupları gelirdi, o da bunların eski olanlarını alır yeni geleni posta kutusunda bırakır, hiç yanında götürmezdi. Oraya her gelişinde tekrar tekrar okumak için. Aslında o posta kutusunu bomboş görmeye katlanamazdı.


“Sayın Hocamız Refik Beyefendi;


6-2-1978 günlü mektubunuzu aldım, teşekkür ederim.

Arzu ettiğiniz şekilde eserinizi bastırdığınız zaman bir miktar kitabı bize bırakabilirsiniz.

Bunları arzunuz üzere parasız olarak öğrencilere, okullara sizin adınıza hediye ederiz.


Sevgi ve saygılarımla efendim

Z.Himmetoğlu”


Çıkarıp yeniden okuduğu bu mektup gelen en son mektuptu ve onu her seferinde yeniden okumaktan büyük bir keyif duyuyordu. Sonunda üçüncü kitabı da bastırmıştı, kendisine az bir kopya düşmüştü ama olsun. Hiç olmazsa eski öğrencilerinden edebiyata meraklı olan bir kaçına ya da birkaç yayıncı ve kitap evi sahibi dostuna dağıtacak kadar vardı, bu da ona yeterdi. Ama asıl beklediği mektup hiçbir zaman gelmemişti, belki artık geleceği de yoktu ama o buna inanmak istemiyordu. O mektup gelse belki de her şey çok zorlaşacaktı, belki de tam tersi. Orada bıraktıkları yaşıyor muydu? Bunu bile bilemiyordu. En son 5 yıl kadar önce komşusunun oğlundan aldığı bir mektup ona bölgesel çatışmalara dair bir haber vermiş, sonraları bunu o da ajanslardan öğrenmiş ama hiçbirinin akıbetini öğrenecek bir imkan bulamamıştı. Gönlündeki merakı ve hasreti dindirecek hiçbir yolu yoktu ve olamayacaktı, artık o da bunu kabullenmek zorunda kalmıştı.


Kadın elindeki süzgecin içindeki pirinçlere baktı ve nedense bu sefer Mısır Çarşısı’ndaki tanıdık esnafın ona her zaman aldığı güzel pirinçten vermemiş olduğunu fark ederek canını sıktı. Pilav onun mantıdan sonraki en iyi yaptığı yemekti, bununla övünürdü, oysa şimdi maharetini gölgeleyecek bir esnaf oyununa gelmişti. Neyse ki bu sefer az bir miktar almıştı. Haftaya ben ona sorarım diye alacağı hıncı şimdiden hissederek düşündü. Süzgeçteki pirinçleri bolca yıkadı ve mis gibi kokan tereyağının içine attı. Bu arada aldığı siparişi düşünüyordu, kazağı bugün bitirsem de yarına da şu yün tuniği örsem diyordu. Böylece önümüzdeki ay başında eline geçecek para miktarı epeyce artacaktı. Bunu düşünmek bile ona huzur veriyordu, ne de olsa Refik Bey’den para istemek zoruna gidiyordu. Eski de olsa bu örgü makinesi ona harçlığını sağlıyor hatta arada bir bayram zamanları işler açılınca kenara ufak bir reşat altını bile koyabiliyordu, kızı da bunlarla evlendirmemiş miydi? Yoksa bu Refik Bey’in maaşıyla işleri zordu. Gerçi adam öz üvey dememiş kıza karşı her türlü görevi elinden geldiğince yapmıştı da. Eh zaten adam iyice yaşlanmıştı, ölse gitse kendisine kim bakardı ? Bunu düşününce biraz endişelendi, yalnız kalma düşüncesini kafasından atmak için ilgisini pilava çevirdi ve koyduğu tavuk suyunun şöylece bir tadına baktı. Sonuçtan memnun kaldı ve elinde tuttuğu kapağı usulca pilav tenceresinin üstüne kapayarak mutfaktan çıktı. Kadının hayatı epeydir yalnızca evde geçiyordu, torun geldiği zamanlar arada onu da eğlemek için sokağa çıkıyor, yakın arkadaşı Neriman Hanım’ın Küçükyalı’daki evinin bahçesinde oturmaya gidiyor, böylece torun da Neriman’ın küçük torunuyla birazcık olsun oyalanıyordu. Yoksa aslında minik bir çocuğun hayallerine karşılık verecek cümleler bulmaya çalışmak hiç de ona göre değildi. O hep yarını düşünmeyi severdi. Ya da dünü yad etmeyi. Ne de olsa şimdi çok uzak gelse de mutlu günleri de olmuştu.


Çok sıkıldığında daha doğrusu kavga etmeyi bile bilmeyen bu adamın biteviye sakin hali onu çok bunalttığında kadın arkadaşlarından biriyle dalaşırdı. Gerçi bunlar çok kısa ve geçici olduğu herkesçe bilinen dargınlıklar olurdu. Zaten aslında barışması güzel gelirdi ona. Elleriyle bir kısır yapar, alıp giderdi. Eninde sonunda neşeli bir kahkaha atılır, kırgınlık unutulur, dargın kalınan zamanda duyulmuş dedikodulara dalma cazibesi iki tarafa da tatlı gelirdi.

Çoğu zaman bu kavgalar ona hala yaşayacak günleri, birileriyle bir alıp vereceği olduğunu ispatlar gibiydi. Yoksa bu mumya kılıklı adama kalsa, hayatı bir mezarlık kadar sessizleşecekti.


Adam yürürlerken torununun minicik elinden şefkatle tutuyordu. O minicik el, kendi koskoca elinin içinde öyle minik kalıyordu ki, incitmemek için tutmakla tutmamak arasında tereddüt eder gibiydi. Çocuk, küçücük suratına gömülmüş iri zeytinler gibi duran yemyeşil gözleriyle dedesini çaktırmadan inceliyordu. Dedesinin onu oturttuğu istasyondaki bankta etrafına bakıyor, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. İnsanlar gelip geçiyordu. Nereye gittiklerini bile bilmiyordu. Trene bindiklerinde sadece gezmeye gittiklerini biliyordu ama gittikleri yerin neresi olduğunu, neden oraya gittiklerini de anlayamıyordu. Bazen yerlerin isimlerini aklında tuttuğunu sanır ama eve gidince bir türlü hatırlayamazdı. Dedesi bazı gezilerde küçük bir dükkâna uğrayıp ona bir hikaye kitabı alıyordu. Sonra eve gidiyorlar ve ona kitabı kelime kelime ezberleyene kadar okutuyordu. Adam hiç bıkmazdı, usanmazdı, çocuk istedikçe bir daha bir daha okurdu. Hiç yeter demezdi. Belki de bu yüzden çocuk, büyükler hep böyle sabırlı olur zanneder, kendi sabırsızlığından kaynaklı kadından yediği azarları büyüyünce geçecek sanırdı. Dedesindeki müthiş dingin ve sabırlı hali, onun tanıdığı en yaşlı ve okumuş insan olmasına bağlardı.


O gün, evdeki kadınla ziyarete gelen kadının arasında geçen konuşmaya bir türlü anlam veremediği o kara gün, dedesinin ayakkabılarının neden alt kapının önünde durduğu da onun için bir muammaydı. Uzun süre de öyle kalacaktı. Durumu anlaması çok uzun zaman aldı. Ancak o geçen uzun zaman sonra büyük ısrarları sonucu dedesinden kalan kitapların mirasçısı olmayı başardığında, onlardan birinin arasında bulduğu mektup bu büyük özlemi giderecek, kara gün sandığı günün bir kavuşma olduğunu bildirecekti.


Cânım efendim..


Gittiğinizden beri her Şubat ayının 1.günü benim bir yandan cennetim bir yandan da cehennemim olmuştur. Gidişinizle birlikte hayatınızın kurtuluşu hasebiyle yüce Allah’tan en büyük dileğim gerçekleşti, amma velakin bir yandan da bu kurtuluş benim kendi ölümümü yaşarken görmeme sebebiyet verdi. Ancak biz inananlar biliyoruz ki kader değiştirilemez, yazı yazandan başkasına ayniyle malum olamaz, bir gün kavuşmak için ölmeyi bekliyorum.


Muhabbet ile..


S.


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.