Anne, ben eşcinselim...
Yıl 1983. Kış. Kar lapa lapa yağıyor.
Yeni kazandığım hukuk fakültesini okumak için Ankara’ya gelmişim. Özgürlüğümü kısıtladığını düşündüğüm her şeyden ve herkesten uzakta kuş gibi hissediyorum.
Kalacak yer sorun olmuyor. Annemin bir arkadaşının vasıtasıyla o dönemin kız yurtlarından birine yerleşiyorum. Kocatepe’deki cami henüz yapılmamış bile. Şu an bulunduğu yerdeki eski evlerin yıkımına şahit oluyorum koğuşun camından. Koğuş diyorum çünkü ilk yerleştiğim odada 28 kişi kalıyoruz. On dört ranza ve ortada büyükçe bir masa, demir dolaplar. Akşam çöker çökmez yurdun kapısı kilitleniyor. Girmek de çıkmak da yasak. Geç kalırsan içeri almıyor ailene haber veriyorlar. Şimdi bakınca, hapishaneden hallice bir düzendeyiz.
Sık sık ani dolap kontrolleri yapılıyor. Anons geldi mi herkes dolabının kilidini açıp başında bekliyor, neyin var neyin yoksa didik didik arama hakları var. Daha ilk aramalardan birinde dolabımda bulunan Cumhuriyet gazetesi ve Gırgır dergisi yüzünden ihtar yiyorum. Neyse ki Sandino’nun kızları, Nazım Hikmet Şiirleri, Inti Illimani kasetlerimi falan iyi zulalamışım. Onları bulamıyorlar.
Öyle saçma sapan bir zaman işte. Darbenin hemen sonrası üniversite ve yurt ortamı abukluğu. O kadar hormon düzeyi yüksek, kalabalık ve o kadar hapisiz ki. Akşamları yapacak tek şey o masanın etrafında ve ranzalarda akla gelebilecek her konudan konuşup, tartışmak. Çoğu arkadaşımız Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelmiş. Çoğumuz bu renklerle o yurt sayesinde yeni tanışıyoruz. İnsanların Aleviyim, Ermeniyim demekten çekindiği, bunları kendine sakladığı zamanlar.
Bir gece laf eşcinsellikten açılıyor. O dönem Zeki Müren ve Bülent Ersoy dışında toplumda figür yok. Her şey gizli yaşanıyor. Onların da kendi var kavramı yok. Herkes televizyonda göründüklerinde ikisine de bayılıyor ama bu bayılma halinin adı bir türlü konulamıyor, işin o kısmı hiç konuşulmuyor.
O gece kızlardan biri ortaya bir soru atıyor. Bir gün oğlun ya da kızın gelip 'anne ben eşcinselim’ dese ne yaparsın?
Neredeyse tüm kızlar ‘asla’ları, ‘asarım keserim’leri bol laflar ediyor. 28 kişilik koğuştan ‘çocuğum değil mi, her haliyle severim’ diyen kala kala iki kişi kalıyoruz. O kadar yüksek sesli, hararetli bir tartışma oluyor ki yan odalardan gelip tartışmaya katılanlarla birlikte karşımızdaki kitle giderek büyüyor. Bizse 3 kişiyi geçemiyoruz. Koca bir kalabalık çok yanıldığımız konusunda ısrarcı ve laf anlamaz halde ki ‘peki öyle olsun’ diyor konuyu kapatıyoruz.
Böyle zamanlarda azınlıksan tartışmada kaybeden gibi görünmeyi göze alacaksın. Çünkü çoğunluk, bir noktada yoğunlukla birleşti mi kendini haklı sanma yanılgısı niceliğinden fazla büyür. Ama hayat, günü geldiğinde sana doğru cevabı öpe okşaya öğretir.
Dün LGBTİ hakları için yürüyen topluluğu ve yaşananları görünce düşünüyorum.
Acaba o yurtta kalan arkadaşlarımdan bazılarının çocukları o bütün ‘asla ve kat’a’ lara rağmen o grupların içinde miydi? Evet içindeydi. Peki anneleri de onlarla birlikte miydi? Belki evet belki hayır.
Şanslı olanlar yaşamın içinde yoğuruldukça, sevginin en gerçek biçiminin ‘koşulsuz’ sevebilmek, yeri geldiğinde o sevgi uğruna yollara düşebilmek olduğunu görebilmiştir. Belki bazıları, ‘polisin attığı plastik mermilerden biri ona isabet etti mi’ diye evinde gözyaşı döküyor olduğu halde kendi çocuğuna henüz ‘seni olduğun gibi seviyorum’ diyememenin acısını yaşıyor, kahroluyordur.
Kimi sadece öfkelidir, ‘neden ben, neden benim çocuğum’ yanılgısı içinde kavruldukça hastalanıyordur. Bilmiyorum, belki de bilme şansım hiç olmayacak.
Hayatta her şeyin bir sebebi var. Neredeyse tamamı yasaklardan oluşan bir toplumda çocukluk ve ergenlik geçirdiğim halde zihnim nasıl özgür kalabildi bilmiyorum.
Kendi kendime okuyarak ve önüme çıkanlardan kaçmadan yaşayarak ilerlettiğimi sandığım düşünce dünyam, hayatın bana çeşitli sebeplerle getirebileceği her şeyi, bugüne kadarki gibi kucaklamama izin verecek mi, bir yerde tıkanacak mı onu da bilmiyorum.
Ama bir şeyi zaman içinde bildim. Anne olmak insana kendisi dışında birini gerçekten koşulsuz ve olduğu gibi sevmeyi öğretebilecek bir şeydir. Ama bunu öğrenmek için illa anne olmak da şart değildir. Anne olmadığı halde gerçekten sevgiyi bilen kadınlar tanıyorum. Hiç bilmeyen anneler de.
Bu yazıyı okuyan anne belki başlıktaki cümleyi duymadı, belki de hiç duymayacak. Belki de çocuğu duyacak, belki bir arkadaşı, belki bir tanıdığı.
Ama bugün bir yerlerde bir anne o cümleyi duydu bile. Bu yazı bir şekilde ona da ulaşsın isterdim. Boynuna sarılıp ‘şanslı bir annesin, çocuğun sana güveniyor ki açılabiliyor’ demek isterdim. Polisin attığı merminin, eğer o anne de çocuğunun yanında değilse bundan duyacağı acı kadar acıtmayacağını bilsin isterdim.
Ve tek bir cümlenin içine soksun tüm acısını, varsa yersiz utancını, toplumun ona dayattığı yanılgısını, bu anahtarla açsın yüreğini, özgürleştirsin isterdim.
Love Always Wins. Aşk Daima Kazanır...
YORUMLAR