İnsan kendini yalnızca insanda tanır

Haftada birkaç kez girip çıktığım bir doktor muayenehanesinde, bir kütüphanede duruyordu. Önce fark etmeden bir kaç kez göz göze geldik, yürüdüm geçtim. Sonra durduğu yerden beni çağırmaya başladı; “Hişt, hişt* , baksana”.


Kafamı gömdüğüm gazete ekinden kaldırıp, mezarından çıkan zombi edasıyla yanına gittim. Yapacak bir şey kalmamıştı. Neden çağırıldığımı bilmiyordum ama üzerinde yıllar tepindiği için yaprakları kalınlaşıp sararan bu dergi beni istiyordu.


‘K kitap’ dergisinin eski bir kaç sayısı kütüphanede kapakları görülecek şekilde odaya dönük arka arkaya dizilmişti. Beni çağıranen öndekiydi. Elimi uzatıp, tozlu dergiyi aldım. Gözlerim hiç dolanmadan aradığını bir çırpıda buldu. Derginin üzerinde; “İnsan, kendini yalnızca insanda tanır.”(Goethe) yazıyordu.


İki elimin arasında dergi, bir süre durdum. Tekrar durdum. Biraz daha durdum...


Sonra diğer sayılara elimi uzattım. Hepsinin üzerinde aynı şey yazıyordu.

“İnsan, kendini yalnızca insanda tanır”.






Bu dergiyi bilirdim. Artık çıkmadığını da biliyordum. Bir çocuk içtenliğinin, yetişkin ruhuna tutunamayıp yitip gitmesi gibi içinde yaşadığımız dünyada tutunamamış, yitip gitmişti. 2007 yılının sayılarıydı bunlar. Altı kısa sene geçmişti üzerinden. Sıkı takipçisi değildim. Ama defalarca elime almışımdır, sayfalarını şöyle bir çevirmişimdir. Hiç şüphem yok bundan. Her sayının üzerinde yazan bu sözü hiç görmeden. Bugün ise, o sözle göz göze bir birimize bakıp öylece duruyoruz. İnsan, kendisine görünmez olan bir şeyin altı sene içinde görünür hale gelmesine ve altı yıl önce etrafında neon ışıkları yanıp sönenlerin birer hayalete dönüşüp yitip gitmesine şaşıp kalıyor. Kafamı kaldırıp tüm odaya dikkat ve iştahla tekrar bakıyorum. Bu odada şimdi görmediğim ama bir altı sene sonra göreceğim gizemli şeyi arıyorum. Ama nafile. Gözlerim vaktini bekliyor.


Hayatta kilometre almanın bir güzel hediyesi insanın değişen bir varlık olduğunun idraki. Gençken, kendin olduğunu varsaydığın bir fikre can siperane sahip çıkıyorsun. O fikri ne zaman kimin uydurduğu belli değil. Olsun, gene de iki elinle sıkıca tutunuyorsun uyduruk fikre. Sonra, hayat denen şeyin bir sopası var. Onu çıkarıyor ve pis pis gülerek sesleniyor sana:“Gel bakalım buraya!” Başına gelebilecek en güzel şey oluyor ve sen sandığın şey irtifa kaybetmeye başlıyor. Dün görmediğini, bugün görebildiğinisana sadece yıllar öğretebiliyor.

“İnsan, kendini yalnızca insanda tanır.”




Bu söze bakarken, insanın değişen bir varlık olduğu fikri de soluklaşıp değersizleşiyor. İçimizde binlerce tohum, binlerce kapasite var. Ne zaman kim ekmiş, kim bilir. Birinin canını yakma kapasitesi, katil olma kapasitesi, birini çok ve derinden sevme kapasitesi... Orada öylece bekleşiyor. Zamanı geldiğinde bu kapasitelerden biri kafasını uzatıyor. Sen de onu hayretle yaşarken“değiştim” diyorsun. Senin kendini tanımaman; değişim illüzyonu. İçindeki tohumların manifestosu. İnsan, kendini yalnızca insanda tanıyor üstelik.


İçimizdeki bu tohumları hep birileri tetikliyor. Bizi kendimizle hep birileri karşılaştırıyor. En anlamsız sandığınız insani karşılaşmalardan, kendimizi bir parça daha idrak ederek çıkıyoruz.


Aklıma bir gazete röportajı geliyor. Ortaokul çağlarında bir kız çocuğu. Bilmem hangi yarışmada birinci olmuş. Kendiyle gurur duyuyor:“Arkadaşlarım okul bahçesinde boş boş oturup konuşurken, ben kütüphanede çalışıyordum” diyor.


Elimde bu eski dergiyi tutup, efsunlanmış gibi bu söze bakarken, kız için büyük bir üzüntü duyuyorum. “Yazık, çok yazık... Birisi boş boş konuşmanın kıymetini bu çocuğa anlatmalı diyorum.” içimden. Sonra hayat bana odanın köşesinden pis pis sırıtarak göz kırpıyor. Elindeki sopayı gösterip; “Merak etme.” diyor. “Ben hallederim.”

* Sait Faik Abasıyanık’ın öyküsüne atıftır.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.