Bunlar iyi günlerimiz

Bir savaş uçağı kadar kusursuz bir tatildi. Özellikle son günü. Sade bir kıyı kasabasında kan kırmızı günbatımını seyrettim. Ağaçlar türbe yeşiline çalan renkleriyle çok tatlıydılar. Hepsinin yaprakları üzerinde güneşin kan lekeleri vardı. Haki yeşili yaprakları, tozlanmış postallar kadar yorgun görünen sardunyalar, küçük kurşun delikleri gibi açılmış çiçekleriyle yine de gözalıcıydı. Bir ara, açmak için güneşin batmasını bekleyen akşamsefalarının içinden misket bombasının saçmalarına benzeyen minik tohumlar topladım. Kim bilir, belki de dönünce kendi balkonuma ekerim diye. Bu güzelliğin yurdun tamamına yayılması kadar anlamlı bir şey olabilir miydi!


Güneşin batışından sonra, gün boyu çelik bir miğfer gibi parıldayan deniz, koyulaştı, karardı, sanki bombaların etkisiyle yanıp bozarmış çorak bir toprağa dönüştü. Yine de, az önce çıkan rüzgârın etkisiyle üzerinde hafif bir ürperti dolaşıyordu. Manzara muhteşemdi. Deniz, üzerinden tank geçmiş asfalt gibi tarazlanmıştı ve dalgalar askeri bir düzenin kusursuzluğu içinde art arda sahile vuruyordu. Bir an, gökyüzünden izli bir mermi gibi kayıp geçen bir yıldız görünce çok sevindim. Tanrım, her gün, her saat ve her saniye hayatta kaldığımıza sevinmek için ne çok sebebimiz vardı!


Yemekte ne yiyeceğime karar veremedim. Mönü öylesine zengindi ki. Daha yaşını doldurmamış ve kaburgaları lime lime edilmiş kınalı kuzulardan yapılan pirzola mı istersin, kanı suyu sızmasın ve lezzeti kaçmasın diye kızgın tavada tütsülendikten sonra kızartılıp kanıyla servis edilen şöyle kallavi bir biftek mi? Yoksa üzerinden tank paleti geçmiş gibi görünen pembe kıymadan yapılmış ve harcında kin kadar bayat ekmeği, öfke kadar kara biberi, nefret kadar acı soğanıyla bir yumruğun içinde şekil verilip kızartıldıktan sonra, masaya konan leziz bir köfte mi?


Deniz ürünleri de vardı tabii. Tatilcilerin yüzde ellisinin favorisi, sakalları nerdeyse kendi boyu kadar olan iri barbunyalardı. Kollarıyla her tarafa ulaşan ve vantuzlarıyla avının iliğini kurutan ahtapotlar da bir başka favorileriydi. Ama beni en çok şaşırtan şey, mönüde köpekbalıklarının yanında dolaşıp onların artıklarıyla beslenen, dişlerinin arasında kalan etleri yiyen ve Latince adı remora brachyptera olan asalak balığın da bulunmasıydı.


İçeceklerden en çok tüketileniyse, yanılmıyorsam kırmızı şaraptı. Yerli yabancı hemen herkesin masasında birer şişe vardı. Mükellef bir sofra kurmasından varlıklı ve boş şişelerin çokluğundan da sarhoş olduğu anlaşılan adamla göz göze gelmemse, akılda kalıcılığı en az olduğu için en çok aklımda kalan andı. Bana bakmış ve mendiliyle ağzının kenarından akan şarabı silerken nazikçe gülümsemişti. Aşırı nezaketinden yabancı olduğunu hemen anladım ama nedense onu hiç sevmedim.


Ben, gece yarısından sonra yola çıkacağım için salata gibi hafif bir yemek ve küçük bir bardak suyla idare ettim.


Yemekten sonra sahilde biraz yürüdüm. Etraf irili ufaklı çeşit çeşit kuşla doluydu. Denizde gördüğü balığı avlamak için dalışa geçen martı, sesten iki kat daha hızlı uçabilen bir F-16 kadar zarifti. Kargalarsa tam aksine. Sahilin sonuna vardığımda, kasabanın üstünde dönmeye başlamışlardı. Belli ki bir şeyden rahatsız olmuşlardı. Ah o arsız ve çirkin sesli şeyler. Daima rahatsız olacak bir şey bulurlar ve bet sesleriyle ortalığı ayağa kaldırırlardı. Şimdi de sahilin en ücra köşesindeki mezbahada bir kısrak başı bulmuşlar, kana bulanmış gagalarıyla sevinç nidaları atıyorlardı. Yanlarına kendi türleri dışındaki hiçbir şeyi yaklaştırmıyorlardı. Sesleri bazen gecenin içinde bir masumun sırtında şaklayan bir kemere, bazen kesilen bir boğazdan çıkan hırıltıya benziyordu. Yanlarına gidemedim. Korktuğumdan değil, tiksindiğimden. Gecenin içinde parıldayan kanatlarıyla uçuşan kızböcekleriyse, insanların üzerine saniyede 800 metre yol alan mermiler atan helikopterlere benziyordu. Ah hele o ateşböcekleri! Her biri o helikopterin gece karanlığında attığı ışıl ışıl mermiler gibiydi. En büyük sürprizi ise bir tank gibi ağır ama kararlı adımlarla önümden geçip giden kaplumbağayı görünce yaşadım.


Böyle bir ortamda insanın evrenle bütünleşip felsefi sorular sorması kadar doğal bir şey olamazdı. Neydik biz? İnsan mıydık? Peki biz insansak, insan neydi? Böyle insanlar olacaksak, Tanrı bizi niye yaratmıştı? Sahi, Tanrı var mıydı ki bizim gibi insanları yaratmış olsun? Yok eğer var idiyse, niye böyle olmamıza izin veriyordu? Yoksa Tanrı sadece bir kısım insanların Tanrı’sı mıydı? Öyleyse biz hangi Tanrı’ya inanacaktık?


Gecenin sonunda nihayet valizimi hazırladım. Bir yerlerde biraz umut olacaktı, onu bulamadım. Sanırım bitirmiş olmalıydım. İyimserliğimi de çöpe attım. Artık ona ihtiyacım yoktu. Aklımıysa valize sığdıramadığım için mecburen bıraktım. Kim faydasını görmüştü ki ben göreyim. Sadece eşyalarımı doldurup valizimi kapattım ve yola çıktım. Bunlar iyi günlerimdi, dedim yolda kendi kendime. Radyoda Dövüş Kulübü filminin “Where is my mind?” adlı şarkısı çalarken, aklımda bir tetik kadar hafif, kan kadar ürpertici ve bir pala kadar keskin bir soru vardı: Acaba ömrümün kalanında bunun gibi insanı zevkten öldüren kaç tatil daha yaşayacaktım?


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.