Topluluk destekli hür aşk
(Ailesel sağlık durumları nedeniyle bir anda kendimi yollarda buldum ve yeni bir yazı yazamadım. Bu haftayı pas geçeceğimi düşünürken bu yazı düştü aklıma, üç yıl önce yazdığım... Tam da dün, Kasım ayında ilişkilere dair ikinci kez gerçekleştirecek olduğum "Yakın Yakına"nın duyurusunu yapmışken güzel bir zamanlama olacak gibi geldi. İyi okumalar...)
***
Aşkı hür bırakabilsek…
Özgürce akabilsek birbirimize, herkese ve her şeye…
Topluluğumuzdan, dostlarımızdan, insanlarımızdan aldığımız destekle çağlasak gürül gürül…
***
Free love (özgür/serbest/hür aşk) terimini Tamera Eko Köyü’ndeki (Portekiz) paylaşımlar vasıtasıyla duymuştum ilk. Aşka dair, ilişkilere dair türlü tanımlama var ancak her biri aşkı bir yerlere sıkıştırıyor gibi geliyor ve hepsinin ötesine geçmenin tek yolu onun önünü açmaktan başka bir şey değil. Bunu açan terim ise hür aşk'tan başka bir şey değil bana kalırsa. Özgürce akmak isteyen suya benzetiyorlarmış aşkı, tam da bu işte!
Tamera’yı ziyaret eden dostlardan duyduklarım, oranın kurucularının yazdıkları ve diğer okumalarım; konuya dair izlediğim üç-beş videoya, paylaşıma ek olarak kendi düşünüp taşınmalarım ve deneyimlerim sonucunda bu konunun önemini her geçen gün daha da derinden idrak ediyorum.
Kadın-erkek ilişkisine barış gelmediği sürece dünyada barışın yaşanmasının mümkün olmadığını söylüyor Tamera canları; hak veriyorum. (Kadın-erkek ilişkisine vurgu yapmaları LGBTQ bireyleri dışlıyor değil bu arada ancak genelde kullandıkları terminoloji bunun üzerinden kuruluyor.).
***
Algılayabildiğim kadarıyla, yaşadığımız dünyada -istisnaya yer vermeyecek derecede- her şey çapraşık. Doğamızı yaşamıyoruz, hayata bize anlatılan veya uydurduğumuz bir takım hikâyeler üzerinden bakıyoruz ve bu bizi hakikat'ten uzak tutuyor. Her geçen gün kirlenen ve gitgide kartopu gibi büyüyen bir hikâyeler zinciri, insanı özünü yaşamaktan uzak tutuyor ve hemen her an’ını taktığı maskeler üzerinden yaşıyor; bilerek ya da bilmeyerek -mış gibi yapıyor, durmaksızın; yalnızken bile…
Yaşadığımız kültür, kıtlık bilinci üzerine kurgulanmış durumda ve bu nedenle rekabet her yerde. Hiçbir şeyden yeterince olmadığı inancı, birbirimizin omuzlarına basarak o şeylere erişebilmek için mücadele etmeye çağırıyor bizi. Yeterince kaynak yok, yeterince gıda yok, yeterince para yok, yeterince huzur yok, yeterince neşe yok, ve tabii ki yeterince aşk-sevgi yok!
Yeterince olmayan her şey, öhömmm ben biraz iktisat okudum da, arz-talep dengeleri sonucunda yüksek fiyatlı olur. Az sayıda olan ve bedeli yüksek olan şeylere ise herkes erişemez, sadece seçkin bir azınlık… Ona erişen ise tutunmalıdır, zira kaptırdığı takdirde bir daha erişememe riski vardır.
Yeterince olmayan aşk ve sevgi için de piyasanın kuralları dibine kadar geçerlidir. Birini ya da bir şeyi severiz ve nasıl bir sevmekse bu, yanında hemen endişeler belirir. Sevginin tadını çıkarıp onu doyasıya yaşamaktansa onu elde tutmaktan ve biricik olmaktan başka bir şeyi düşünemez oluruz. Hangimiz ebeveynlerinin birbirine, kardeşlerimize veya diğer varlıklara olan sevgisini kıskanmadı; hangimizin içi, çok sevdiğimiz bir arkadaşımız sırlarını ya da neşesini bir başkasına akıttığında sıkışmadı; ve tabii ki hangimiz sevdiği kadının/adamın gitmesinden, bir başkasını -daha- sevmesinden, ve hatta bir başkasına beğeniyle bakmasından rahatsız olmadı?
İyi de çok zor ulaşılan ve Kaf Dağı’nın arkasında olduğunu düşündüğümüz aşkı bulduğumuz takdirde ona yapışmamak ne mümkün, değil mi? Kaybedersek o boşluğu kim/ne dolduracak? Buna izin veremeyiz ve böylece başlarız aşkımızın-sevgimizin önüne barajlar örmeye. Bu su akıp gitmemelidir, ondan doyasıya ve yalnızca biz içmeliyizdir. Akıp gitmeyen ve yenilenmeyen su ise bulanıklaşır ve zamanla pislik tutmaya başlar. Artık berrak olmayan su nedeniyle paniğe gireriz ve kaybetme korkusu barajın setini yükseltmemize ve onu kaybetmememizi garanti altına almaya çalışmamıza yol açar. Sonuç ise iyice durgunlaşan ve yaşam kaynağını kaybetmiş olan bir birikintiden ibarettir.
Suyun kaynağının çok daha yukarılarda olduğunu ve müdahale etmediğimiz sürece her daim akacağını unutmuşuzdur. Önünü kestiğimiz suyun yaşam enerjisini kaybettiğini ve bizi artık beslemediğini, dahası bundan beslenen diğer can’ları da engellediğimizi bir zaman belki fark ederiz, belki etmeyiz.
Çizim: Göktuğ Taner
Aşklı meşkli ilişkilerde yaşanan tam olarak bu gibi geliyor bana. Şu acımasız ve sınırlı dünyada tutunacak birtakım dallar ararız ve eğer şanslıysak bu dalların en sağlamlarından biri huyu huyuma suyu suyuma bir sevdiceğe kavuşmaktır. Kavuştuğum an’da ise önünü kapayıp barajı kuruvermek isterim. Benden gayrı hiçbir şeye, hiç kimseye akmasın isterim. Hep beni sevsin, sadece beni sevsin isterim. O da boş durmaz ve aynılarını yapar, hisseder. Böylece kapalı devre bir sevgi sistemi kurarız. B*k kurarız!!! Tam da yukarıda yazmış olduğum kokuşmuşluk hâli sevgiyi de öldürür, aşkı da, tutkuyu da; ya ayrılığa düşeriz ya da alışkanlıklar nedeniyle tutunduğumuz ve aslında artık olmayan bir aşka…
Çünkü korkarız; çok korkarız. Onu kaybetmekten, onun biriciği olmamaktan, onu paylaşmaktan, yalnız kalmaktan, başkalarıyla kıyaslanmaktan, zayıf görünmekten, incinmekten korkarız.
Çünkü bize bu öğretildi. Çünkü her şeyin az olduğu anlatıldı bize. Para ve yiyecek gibi sevgi de… Onu bul ve yapış dendi bize, hiçbir şekilde kaybetme dendi, çok nadir başına gelir dendi, öbür yarı’n dendi, ruh ikizin dendi. Aşk kısıtlı dendi, her şey gibi kısıtlı; aman haa dendi, dikkat et dendi.
Oysaki aşk her yerde! Biraz önce bir anda kopan rüzgarla bahçede deli gibi hışırdayan dut ağacının (ismi Vooshi Vooshi, isim babası Rob) yapraklarında; onun yanındaki ayva ağacının (ismi Mandinga, isim anası Hanna) etrafında şu an eşelenen tavuklarda, uzaklardaki bir başka horozla ötüşme rekabetindeki horozda ve onlar gibi ötmeye çalışıp onları kandıracağını zanneden Emre’nin şapşallığında; minicik bir tohumken içinde taşıdığı bilgiyle kocaman olup harika meyveler sunan türlü bitkide…
Aşk her yerde dostum… Anne babanın korumacılığında ve korkularında -bile-; pazar yerindeki teyzelerin güler yüzünde ve alın teri ile üretip sunduğu pekmezde; bir dostun hatır sormasında, “Eee nasıl oldun?” demesinde; hakikati arayan insanın bitmek bilmeyen çabasında, bazen düşüp sürünmesinde, bazen şahlanarak kanatlanmasında, her daim devinmesinde…
Ve aşk her yerde azizim… Sevgilinin bir bakışında, bazen bir sevişmede, bazen kavuşmada, bazen uzak düşüp ayrı kalmada ve sonra yeniden birleşmede; güzel hâlleri sürdürmeye gayret etmekte ancak onlara tutunmamakta, saplanıp kalmamakta; eğer ki gidiyorsa onu en güzel dileklerle ve sonsuz kabulle yolculamakta; durumlar sallantıdaysa paniğe girmeden sallantının geçmesini ve bunun hayra dönüşmesini sabırla ve sakince beklemekte…
Ve belki de aşk O’nu tamamen özgür bırakabilmekte, kendini de öyle…
O’nun başka varlıklardan beslenmesine ket vurmak bir yana, bunun için teşvik edebilmekte…
Başka varlıklardan beslenebilmeye açık kalabilmekte…
Endişeleri aşka bulaştırmamakta aşk…
Biricik olmaya gerek olmadığını idrak edebilmekte…
Sınırsızlığı görmekte, onu deneyimlemeye cüret etmekte…
Kafamızı nereye çevirsek orada aşk olduğunu görebilmekte…
Ve aşk dayanışmada…
Binlerce yılın tortusu her yerimizi kaplamışken bunu bir ya da iki başımıza halledemeyeceğimizi bilmeliyiz… Hikâyeleri paylaşmaktan, başkalarının suretinde kendimizi görmekten çekinmemeli, birbirimizden beslenmeliyiz. Diğerlerinin desteğini almalı, farklı deneyimler duymalı, mahrem dediğimiz şeyleri herkesin yaşadığını hatırlamalıyız.
Dibine kadar toplumsal ve kültürel bir şey aşk, diğer her şey gibi. Üstümüze yapışmış ezberlerden azade bir şekilde bakmak hiç kolay değil; zorla giydirilmiş gömlekleri çıkarıp ateşe atmak ve çıplak kalabilmek de öyle. İşte bu nedenle aşkta da dayanıştığımız bir döneme geçme zamanımız çoktan geldi. Artık topluluk destekli hür aşk’ı yaşama zamanı… Artık yaşayageldiğimiz bu savaşlara son verme zamanı… Aşkı onararak ve hakikatini özgürce yaşayarak iç barışımızı hatırlamanın zamanı ve kim bilir, belki de çok uzun zaman sonra ilk kez dış barışı da yaşama zamanı.
Aşkın serbest yaşanması sadece ve illaki çok eşlilik demek değil. Bu gayet mümkün; tecrübe ve gözlemlerime göre çoğumuzun doğasına daha uygun fakat kilit nokta bu değil. Kilit nokta her ne yaşıyorsak bunu hür bir şekilde ve farkındalıklı olarak ve hissederek yaşamak. Aşkı her yerde, her an’da görebilmek… Hayatında biri varken bir başkasına -türlü şekillerde- akabilmenin yanı sıra hayatındaki o özel kişiye de özgürce akabilmek, onu da korkmadan sevebilmek hür aşk. “Ya şöyle olursa, ya böyle olursa”lara prim vermeden yaşamak… Yani tam anlamıyla an’ı yaşamak aslında hür aşk. An’ın gerektirdiğine boyun eğmek sadece. Tam bir farkındalıkla…
Aşk olsun…
Aşk, olsun…
YORUMLAR