Sadece sen
“Her nefeste dünya yenilenir.” - Rumî
Sadece dünya değil elbette, tüm evren anbean yenileniyor. Ve sanki şöyle bir durum var: Evrenin, içinde insan olmayan kısımlarında süregiden bir düzen ve kendiliğindenlik var. Her şey kaderini yaşıyor; gezegenler, yıldızlar, gök taşları… Herhangi bir gezegen, herhangi bir an’da “dur biraz da şu tarafa doğru döneyim”, “ay bu yörünge baydı, kendime başka bir yıldız bulucam” falan demiyor; salt yapması gerekeni yapıyor. Veya bir yıldız, “asla sönmicem, sonsuza kadar yaşıycam” da demiyor mesela. Yandığı kadar yanıyor (tabii milyarlarca yıldan bahsediyoruz), yanması bitince sönüyor ve soğuyor; boş bir ceviz oluyor.
Söz konusu insan olunca ise işler değişiyor. Kaderini yaşamakta zorlanan tek canlı kendisi...
İnsan, bilinçli olma potansiyeline sahip bir varlık. Bilinçli demekte zorlanıyorum zira hayatlarımızı büyük oranda alışkanlıklarla, otomatik pilotta yaşıyoruz. Bu şekilde yaşadığımız takdirde -Osho’nun deyimiyle- ölü varlıklarız ve alışkanlığın olduğu yerde yaşam’a ihtiyaç yok. Alışkanlık kendi kendine yaşıyor; benim varlığıma, dikkatime, bilincime ihtiyacı yok.
Ben ne kadar var’sam, bulunduğum alanı ne kadar dolduruyor ve olduğumun, yapıp ettiğimin ne kadar farkındaysam o kadar canlıyım. Yaşamımdaki ezber ve alışkanlıklar ile canlılığım tamamen ters orantılı. Elbette ki ezber ve alışkanlıklar çerçevesinde yaşamam boşuna değil; bunun son derece konforlu bir tarafı var: Düşünmeme, fark etmeme, gerçekten var olmama gerek kalmadan yaşamamı (!) sağlıyorlar. Bunun sonucunda ise robotlaşıyorum. Sabah kalktığımda son derece otomatik bir şekilde çay suyu koymaktan tutun; sevdiceğimin, babamın ya da bir dostun bir sözünün ya da bir davranışının bana olan etkisi, farkındalık içinde değilsem otomatik ve ezber bir tepkiye neden oluyor.
Bu “ben” apayrı bir konu gerçi. Bir süredir birinci tekil şahsı her kullanışımda hafiften irkiliyorum. “Ben”i oluşturan o kadar çok katman var ki ben sandığım şeyin benden başka her şey olduğunu fark ediyorum sıkça. Ailemin öğrettikleri, terbiyesi, toplumun yükledikleri, erkek olmanın sorumlulukları, özgür, aydın, duyarlı … (?) biri olmanın üstüme döktükleri vs vs. Ben dediğim bu varlık o kadar çok ben dışı öğeden oluşuyor ki aslında sadece bir sanrıdan ibaret.
Ve alışkanlıklar, ezberler, üstümüze yapıştırılanlar ne kadar fazlaysa gerçek ben o kadar yok aslında; ve ancak bunlar döküldükçe ortaya çıkmaya başlıyor. Şöyle bir benzetme geliyor aklıma: “Ben” bir odanın duvarlarından ibaret olsun ve bu odaya sürekli olarak türlü insanlar, kurumlar, kültürler girip çıkıyor olsun. Önce annem ve babam birtakım boyalar sürmüş olsun, buna yakın akrabalar ve aile dostlarının boyaları eklensin; zamanla okulda öğretmenler ve arkadaşlar boyanın üstüne yeni katlar sürsün, televizyonda gördüklerim, haberler, diziler, yarışmalar yeni katlar atsın; lise-üniversite ve sonrası, iş hayatında, aşk hayatında, sokakta bambaşka katlar, katlar…
Üstümde o kadar kalın ve o kadar çok katmanlı boya var ki kendi özümü göremiyorum. Zaman zaman boyanın bir yerleri döküldüğünde özüme temas edebiliyorum ama hayat, sistem -adına ne derseniz- hop diye üstünü kapamaya çalışıyor ve çoğu zaman başarılı oluyor. Ya bu teması tamamen unutuyorum ya da görmezden geliyorum. Orası zahmetli bir alan çünkü. Oraya tam olarak ulaşmak emek ve çaba istiyor. Üstündeki o boyaların varlığını fark et, sonra onları kazı, kazı, kazı… Her kazıyıştan sonra özünün parlaklığını daha bir fark et. Tabii ki eş zamanlı olarak dış mihraklar :) yama yapmaya çalışacaklar. Annen, baban, dostların senin adına tüm samimiyetleriyle endişelenecekler. Sen bu kazıma işiyle hemhâlken ortaya çıkan yeni sen’i tanıyamayacaklar ve ondan korkacaklar; hem seni kaybetmekten korkacaklar hem de senin kendini kaybetmenden. Ve sen ya bu korkulara ve iyi niyetlere kapılıp kazınmış yerlerin boyalarının hızla kapatılmasına izin verecek ve hatta sen de bu boyamaya dahil olacaksın ya da sebat (inat değil) edip o parlaklık tüm gözleri kamaştırana kadar devam edeceksin.
Ve bir gün bakacaksın ki öylesine güzel bir ışık saçmaya başlamışsın ve oluşundan öylesine eminsin ki artık hiç kimse seni boyamaya çalışmıyor (çalışsa da üstünde durmuyor). Dışarıdan sevinçle ve hayranlıkla boyaları kazımaya devam etmeni izliyorlar ya da bir ihtimal, inşallah, onlar da dahil oluyor bu sürece. Senin boyalardan kurtulma sürecin onlara ilham veriyor ve onlar da kendi boyalarını kazıma sürecine girmişler. Hatta imece ile kazımalar yapılıyor artık. Bir gün senin boyalar, bir gün onun, bir gün bunun. Bir araya geliyorsunuz, daha çok kişi oluyorsunuz ve daha çok kazıyorsunuz. Her seferinde şaşırıyorsunuz; kolay değil, binlerce yılın kolektif şartlanmalarını üstünüzden atıp parlamak; inanamıyorsunuz olan bitene, güzelliğe, eşzamanlılıklara, birlikte yanıp tutuşmalara. Ve bir zaman sonra artık inanıyorsunuz olan bitene, güzelliğe, eşzamanlıklıklara, birlikte yanıp tutuşmalara…
Ve çok büyük bir şükür ile yaşamaya devam ediyorsun. Mümkünse boyaları yanına yaklaştırmadan, kalanları da söküp atma yolculuğunda. Arada sen uyurken birileri çaktırmadan bir miktar sürmüş olabilir ama artık öğrendin, hopp diye kazıyıveriyorsun yerleşmeden. Biriktirmiyorsun, günü gününe çalışıyorsun. Kendi içine, merkezine yerleşiyorsun gittikçe.
Harika, muhteşem! Osho bunu “savaşçının yolu” olarak adlandırıyor ve güzel olduğunu ama bu didişmenin seni nihai noktaya, aydınlanmaya götüremeyeceğini söylüyor. Ona göre gerek birey gerekse insanlık olarak o kadar çok şey biriktirdik ki bunları böyle tek tek söküp atmak ne mümkün ne de gerekli. Ve yine ona göre daha kolay bir yol var. Onun dediklerini buradaki oda benzetmesine uyarlayacak olursak, sanki diyor ki: Otur o odanın içinde; kazımalara, didişmelere gerek yok, sadece seyret. Duyularını dört aç ve seyret, seyret, seyret. Boyalara bak, yapaylığına bak, üst üste katman katman yapışmışlıklarına bak; sadece gözlerinle değil, tüm duyularınla, tüm benliğinle bak, hisset; seyret, kokuşmuşluğu gör… Ve tüm varlığınla seyir hâline girmeye başladıkça bir an yer titremeye başlayacak; zangır zangır. Kendini orada hayal et. Omurgan dik bir şekilde oturmuşsun, gözlerin kapalı ve her yer zangırdıyor. Titriyor titriyor ve sen hiç istifini bozmuyorsun; bozduğun takdirde titreme bitecek ve rahatlayacaksın ama büyük bir fırsat kaçacak. Bunu içinde bir yerde biliyorsun ve korksan da, tırssan da bozmuyor, kolaya kaçmıyorsun. Her yer daha çok ve daha çok titriyor, titriyor ve bir noktada boyaların çatladığını duyuyorsun. Gözlerin kapalı olmasına rağmen çatlakların arasından sızan ışık gözünü alıyor. Korkmuyor, gözünü açmıyor, duruşunu hiç bozmuyorsun. Hiçbir şey yapmana gerek yok; sadece gönül gözünle içinin daha da derinliklerine; boyanın arkasındakilere bakıyor, bakıyorsun. Biraz daha ve biraz daha titreme, daha fazla çatırdama sesleri… Duvar üzerinde ilerleyen çatlak, yaprağın damarları gibi, nehirlerin yayılışı gibi, insanın sinir sistemi gibi dallanarak yavaş yavaş tüm odayı dolduruyor, dolduruyor ve çırankkkk!
Hepsi yerle bir, odada sadece ışık kaldı; sadece sen, gerçek sen. Geri kalan her şey dökülmüş. Büyük bir ferahlama… Şimdi yapman gereken tek şey bir süpürge ve bir faraş almak; ortalığı temizleyip boyaları çöpe atmak ve bir çay koymak. Ohhh… İşte bu da -benim anladığım şekliyle- Osho’nun “kral yolu” dediği.
İkisi de güzel. Birincisi daha anlaşılır, daha zihne hitap eden, daha yatay ve aşamalı bir yol. İkincisi ise dikey, şiirsel olan; aşama aşama ilerlemeye gerek duymadığın, anlık bir patlama. Artık hangisini seçersen, ya da bir şekilde kombine mi edersin bilmem… Her halükarda iyi yolculuklar.
***
Her nefeste dünya yenilenir. Her nefeste kendimize doğru giden yola gitmeyi seçme fırsatımız var. Bir kere bu yola girdiğimizde kazalar azalacak, kaderimizi yaşamaya başlayacağız. Kazalar hemen bitmeyecek ama ne gam; sonraki nefeslerde de dünya yenilenmeye devam edecek, yeniden ve yeniden seçim yapma şansımız olacak. Ve daha çok kader ve daha az kaza ve daha çok kader ve daha az kaza ve bir gün çırankk; ben olmayan her şey yok olmuş ve kazalar devri bitmiş gitmiş.
Artık sadece sen varsın, kaderini yaşayan.
YORUMLAR