Öz'e doğru
Yaşadığım yerde her hafta düzenli olarak oturduğumuz çemberlerin sonuncusundan bende kalan başlıca konu özgürlük oldu. Orada da ifade ettiğim üzere özgürlük sözcüğü özgür'den, o ise öz'den türüyor. Özgürlük birçoklarımızın zannettiği gibi "başkalarının alanına saygılı olmak koşuluyla istediğini yapmak" ile sınırlı bir şey değildir. "Özgürlük asıl istemediğini yapmamaktır" diye havalı bir cümle kalmış zihnimde lakin gerçek anlamını idrak etmede bu da yetersiz kalıyor.
Bu iki yaklaşımın tamamen yanlış oldukları söylenemez ancak ikisi de kıt; her şeyden önce dünyaya istemek/istememek penceresinden baktığı için. İstem, çoğunlukla egonun bir ürünü olup sonsuz sayıdaki koşullanmanın, ezberin, toplumsal etkinin bileşiminden ortaya çıkar. Bir şeyi istemek ya da istememek, genellikle, hazza uzanmak ve acıdan kaçınmak için oluşan düşüncelerden başka bir şey değil. Hazza uzanmaya ya da acıdan kaçınmaya çalışan ise benliğimiz, egomuz; adına ne derseniz...
Bunda yanlış bir şey yok diyeceğim ama zaten hiçbir şeyde yanlış bir şey yok. Her şey olduğu gibi zuhur ediyor ve başka türlüsü mümkün değil; çünkü mümkün olsaydı başka türlü olurdu. Kapiş? :)
Hadi yine de diyeyim: Evet, bunda yanlış bir şey yok. Hazza uzanarak, acıdan kaçınarak yaşamımızı sürdürmeye devam edebiliriz. Sorun yaratan şu ki çoğumuz bunu son derece dar perspektiflerimizle yaptığımız (bkz. iki hafta önceki yazı: körler ve fil) ve kendimize de hayatın bütününe de geniş açıdan bakamadığımız için sürdürülebilir bir huzur hikâyesini yaşayamıyoruz. Doğu dinleri ve felsefesi acı-haz denkleminden çıkmadığımız sürece bunun zaten mümkün olmadığını söylüyor ve yaşamlarımız bunun doğruluğunu kanıtlıyor: Bir ileri gidip duvara toslayıp bir geri gidip duruyoruz.
Ve evet sayın seyirciler, bunda da yanlış bir şey yok. Yine geçen hafta yazdığım üzere yaşam oyunu biraz böyle kurgulanmış, yani şey, böyle kurgulamışız. Bir olduğumuzu unutup ayrılığı deneyimlemeye geldiğimiz bu dünyada (bu, her geçen gün içime daha da yerleşen bir inanç) çıkmaz sokaklara gire gire yolu bulmaya çalışıyoruz işte. Her türlü toslama, kaybolma ve düşme, oyunun ve öğrenme sürecimizin parçası.
Bundandır, birkaç yıl önce olduğu gibi "oyunu bozalım" diye haykıramayışım. Birincisi -şu anki bilincimizle birçoğumuz farkında olamasak da- bu oyunu gönüllü olarak oynadığımıza iyiden iyiye inanmaya başladığım, ikincisi sınırlılığımın ve acizliğimin her zamankinden daha da farkında olduğum için "ben kim oluyorum da birilerini bir yerlere çekmeye çalışıyor, onlara bir şeyler öğretmeye kalkıyorum; neyin doğru olduğundan emin miyim ki" gibi düşünceler bana sürekli olarak haddimi bildirdiği için.
Bunla birlikte toslayan, kaybolan, düşüp kalkan bir kul olarak kendimce bulduğum, keşfettiğim ya da araştırma sürecinde olduğum yolları paylaşmaktan da geri durmuyorum. Ki bu da oyunun bir parçası galiba. Aydınlanma, Charles Eisenstein'ın belirttiği üzere bir topluluk aktivitesi ise eğer, her birimiz taş üstüne taş koyduğumuz takdirde birlikte gelişebilir, büyüyebiliriz. Yoksa hiç "Ben oldum, unumu eledim işimi bitirdim." havasında duyulmasın yazdıklarım. Olduğum ve eleğimi astığım takdirde söylerim, söz. Ya da anlarsınız zaten.
***
Aynı çemberde şunu da fark ettim ki dünyada özgür olmayan, özüyle temasını ciddi oranda kaybetmiş tek canlı türü insan. Ağaçlar ve diğer bitkiler yerinden hareket edemiyor diye onların özgür olmadığını kimse söyleyemez; onların özü bir tohumdan gelişip bir yandan toprağın derinine doğru köklenirken bir yandan göklere uzanmak ve kendi meyvelerini vermek. Yaptığı da bundan başka bir şey değil. Hayvanların her birinin özü kendine; yediği-içtiği, yaşam alanı, diğer cinsler ve hemcinsleriyle olan ilişkileri; hepsi kendine özgü ve hepsi tam da olmaları gerektiği gibiler ve yapmaları gerekeni yapıyorlar. Mantarlar de öyle, bakteriler de; hepsi özünü yaşıyor, başka bir şeyi değil. Doğal yaşamdaki av/avcı durumları da hiçbirinin özgürlüğüne bir engel değil; aslanın özü geyiği avlamaksa bu onun için çabalar, geyik ise canını kurtarmak için kaçmaya çalışır ve sonuç ne olursa olsun; her ikisi de özgürlüklerini ifade etmişler, yapmaları gerekeni yapmışlardır.
İşte bir tek bizim zihnimiz çok karışmış. Zaten bildiğimiz kadarıyla zihin denen şey sadece bizde var ve kendisi muhteşem bir organizma olmakla birlikte bir o kadar da cehennemimizi yaratan unsur. O kadar karmaşık, o kadar dolu, o kadar çeşitli düşünceleri içinde barındırıyor ki buradan sükûn içinde bir oluş hâli çıkması kolay olmuyor. Ve yine tam da bu zenginlik sebebiyle diğer hiçbir canlının ulaşamadığı yerlere varma potansiyeli de taşıyor. Oyun bu sanki; epey çetin ama çetin olduğu kadar dolu dolu ve derin bir yolculuktan ibaret.
Özgürlük diyorduk...
Efendim özgürlük, öze dair olan, özden çıkan oluş hâlidir. Öz; merkezimiz, kıblemiz, sessizliğin ve dinginliğin kalesi, kirlenemez gerçekliğimizdir. Merkezimizde olduğumuzda, onu yaşadığımızda özgürüzdür. Bu kadar basit. Basit olduğu kadar kolay olsaydı iyiydi ama işte o zaman da oyunun tadı olmazdı sanki. Başımıza örmüşüz çorapları, şimdi uğraşıp duruyoruz sökmek için.
Evet, ihtiyaç tam da bu galiba: Örülmüş olan çorapları geri sökmek ve yerine yenilerini örmemek, kirlenmiş alıcıları (zihinlerimiz) temizlemek, fazlalıklardan arınmak, boşalmak, yavaşlamak, sakinlemek, bi' durmak... Bunları yapabildiğimiz takdirde ve ölçüde özümüz kendini gösterecek. Bu noktada özgür bir şekilde var olacağız; buradan çıkan eylemlerimiz de özgünlüğümüzü yansıtacak. Yalnız çok farkında, çok tetikte olmak lazım; yoksa hayat gailesinde üstümüze yapışanlara dönmek, kaptırıp gitmek çok kolay.
Gitsek ne olur, bi'şey olmaz; nasıl ki bilgisayar oyununda yandığımızda yeniden ve yeniden başlayabiliyorsak hayat oyununda da öyle. Gider yeni bir jeton alırız ve tekrar başlarız; ve tekrar, ve tekrar...
Taa ki özümüze erene kadar. İşte o noktada bileceğiz özgürlüğün ne olduğunu; o zamana değin ise hepsi lakırtı, bu yazıdakiler dahil...
YORUMLAR