Kalbin şarkısı...

Çocukken kendi etrafımızda dönerdik, soldan sağa doğru, meğer çakralarımızı dengelermişiz, Tibet’in Gençlik Pınarı kitabındaki beş çalışmadan biri olduğunu öğrenince bedenin bilgeliğiyle ilgili hayrete düştüğümü hatırlıyorum.


İlkokuldan sonra, okul hayatımda ders çalışırken ne zaman zorlansam, uyku bastırsa, kafam daha fazlasını almasa, ne kahveyle ne başka bir şeyle ayılamasam, vurur kafayı yatardım, saati de sabahın üçüne kurardım, kalkar okur, çalışır, beş gibi de geri yatardım, yedide tekrar kalkardım okula yollanmak üzere. Anneciğim, yazık, üzülür, “Kızım şunu beşte kalkıp geri yatmadan yapsana, bi daha yat, bi daha kalk ne gerek var” derdi de ben ”Ama anne araya bişey girmeyince daha iyi aklımda kalıyo öyle, üşenmiyorum ben” derdim. Yıllar sonra bir yazıda okudum ki uyku öğrenmeyi pekiştirirmiş.


Büyüyüp de buralarda yaşamaya başladıktan sonra doğayla aramdaki çocukluktan gelen bağı yeniden keşfetmeye, o deryaya dalmaya başladım. Büyük bir açlıkla kitaplardan topladığım bilgileri doğadaki gözlemlerimle birleştirince kendimi sonsuz ve sınırsız güzellikler denizinde buldum, şehirdeyken hamam böceğinden üç adımda elli metre koşan ben nasıl oldu da örümcekleri elleriyle sudan kurtarır oldu? Köklerimle başka türden bir bağlantı kurmuşumdur belki de, ormanda yaşamış atalarımın ruhu belki de beni bu noktaya getirmiştir, kim bilir? Her şey çağrıyı duymakla başlıyormuş da onun çağrı olduğunu anlamam yıllarımı almış.


Meğer hep o çağrıdanmış buraların heybetli deresi Ulupınar’ın suyunu ziyaret ettiğimiz evlere götürüp içtikleri sulara karıştırmamız, kendi adıma her şeyin birbirine karışması tüm bunlar, aynı mayaların da birbirine karışması, insanların, şarkıların, ellerin, ruhların birbirinin içinden geçmesi gibi, alın işte yine aşka bağladım, aşk gibi, her şeyin birbirinin içinde eridiği o birlik hali olsun diye. Birlik kafa yapıyor, a dostlar.


Yazının adını eklerken çocukların eline tutuşturulan çıngıraklar geliverdi gözümün önüne, kim bilir görünenin dışında, onun da nasıl bilgece bir açıklaması vardı eskilerce. “’Gerçek’ diye nitelediğimiz her şey, gerçek diye adlandıramayacağımız şeylerden oluşmuştur” demiş Niels Bohr. Haklıymış adam; çıngırak, mırıldanmalar ve şarkılar bizi kalbe getiriyor, davul da derinlere daldırıyormuş.


Geçtiğimiz hafta flora’da elementlerle çalıştık, bu kez İsviçre’den Beatrice bize rehberlik yaptı, davuluyla yolculuklara çıkardı; havanın-toprağın suyun ve ateşin şarkısını duyduk kalplerimizde, o büyük şarkıya eşlik ettik, kendi şarkılarımızı söyledik, ezgiler kendiliğinden geldi, ses ve müzik olduk çıngıraklar, bendir ve davullar eşliğinde, nefeslerimiz, terlerimiz göğe, gözyaşlarımız toprağa karıştı. Bu toprakların çağrısını duyduk ve tek tek sorduk kutlama için nasıl bir ritüel ister hava-su-toprak-ateş ve Toprak Ana diye. Elementleri birbiriyle harmanlayan bir kutlama töreni çıktı ortaya hepimiz aracılığıyla gelenlerden. Yazmakla bitiremem, yüzyüze geleceklerimizle paylaşılmak üzere bende kalsın.


Kısaca anlatmam gerekirse, kaynağa bağlanınca her türlü bilginin ve şifanın da içine düşmüş gibi olabilirmiş insan, bir ve tek bir şarkının parçalarıymışız, ne kadar can kulağıyla dinlersek o kadar rahat, kesintisiz ve parazitsiz duyarmışız.


Sezgilerime olan inancım pekişti, çağrılarıma olan güvenim arttı. Kendi içselliğimle yaptığım ve niyetimle şekillendirdiğim her ritüel minik güzel birer büyüymüş ve her şey kutsalmış o anlarda.


Seremoni diye diye sonunda kendimi seremonilerin içinde buldum, törenleri/kutlamaları seven halim, şarkı söylemeyi bu kadar istemelerim, hayatı törenmiş gibi yaşamaya meylim ve her şeyi kutlama niyetim beni kalbimle yaptığım bu yolculukta buraya taşımış, istediğim şey de beni istemiş ve biz buluştuk sonunda.


Taşlara, bulutlara bakıp da bir şeylere benzetmemiz de ortak, binlerce yıldır insanoğlu/insankızı hep aynı şeyleri yapıyor, ateş başında toplaşıp aya, yıldızlara bakarak şarkılar söylüyor, aile kucaklaşıyor, yemekten bulaşığa işler paylaşılıyor, yardımlaşılıyor. Tüm bunları seremoniler eşliğinde yapmak bambaşka bir büyünün içinde hissettiriyor, köklerimle bağımı belki de böyle şifalandırıyorumdur, daha fazla aramama gerek yok nerede travma yaşandı diye, içinde yüzdüğüm sevgi denizinin, aşk okyanusunun her yanımı sarmalayan şefkati iyileştirdi beni, iyileştirmeye devam ediyor.


Doğanın öğretmenliğine teslim oldum, kalbim ellerimin arasında yürüyorum, eski hayallerim bir bir tezahür ettikçe yenilerini kurma cesareti buluyorum artık içimde, uzun sofralarda yenen yemekler gerçek oldu ve daha niceleri, yakında başka hayallerle birlikte şarkı söyleme hayalimiz de gerçek olacak.


Bu aralar küçük bir tezgahla dokumalar yapıyorum, zaten Güney Amerika halkının giysilerindeki rengarenkliğe bayılırdım, geçen gün yeniden izlediğim bir videoda bu kez bambaşka detaylara takılırken buldum kendimi. Cuzco’da pazardaki kadınların üzerindeki dokumalara bu kez alıcı gözüyle baktım ve o diyarlara gitmek istedim, yaşamak istedim bir süre, iki yıl gibi bir zaman biçtim kendime, hem dokumalarını öğrenirim hem de şarkılarını! Bu fikir beni çok heyecanlandırdı.


Eylül sonu konserimiz için küpemi hazırladım, şimdi giysim için şeritler dokuyacağım, şarkı söylerken dokumak harika hissettiriyor, bağlar bağlara, renkler renklere karışsın, mekik bir o tarafa bir bu tarafa giderken kalbimin şarkısı göklere ulaşsın:


“Barış olsun,

aşk olsun,

barış olsun,

aşk olsun…”

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.