Dağ gibi aşk…
Hayatımdaki en ilginç iki hafta desem yeridir. Başka böyle bir zaman hatırlamıyorum. O iki haftadan bir gün önce, tohumları ekmek için gökteki ayın çeyreğine varmasını beklerken, bir sonraki gün kendimizi bulduğumuz hastane odasında karanlık günleri gördük, yeni ayı karşıladık, şimdi ise dolunaya yaklaşıyoruz. Hayat! Sürpriz yapmayı ne kadar da severmişsin!
Hayatın Selahattin’le beni tanıştırmasının yirmi beşinci yılı içinde dolanmaya başlamışken, bir anda yaşamla ölümün kozmik dansında, hassas denge oyununda, şifaya giden yolda, ince bir ipin üzerinde geziniyoruz. Yine el ele, yine gözlerimizin içine bakarken gözyaşlarına boğularak, yine nefeslerimizi tutmuş, zamandan ve mekândan kopmuş, çok özel anları paylaşarak… Unutulmaz bir deneyim! İlk günlerimizdeki gibi…
Kan! Ne mucizevî bir şeymişsin! Bir şeyin varlığı, yokluğunda anlaşılıyor, hayat zıtlıklarla öğreniliyor. Selahattin kan kaybediyor, herkes seferber olmuş ona kan ulaştırıyor. Hayyam’ın sözlerini hatırlıyorum:
“Hayyam şarap iç, sarhoş olmak ne hoş,
Sevgilin de varsa, sarılmak ne hoş,
Er geç sonu yokluk madem bu dünyanın,
Yok say kendini, bak varolmak ne hoş.”
Canımın yarısı o ince ipin üzerinde sanki, ben onu yaşamın olduğu yere çağırıyorum, bir başka el, soğuk bir el de ölümün olduğu yere çağırıyor adeta. İstemiyor gitmek, “tut elimi” diyor, tutuyorum iki elimle, sımsıkı, soğuk el de diğer eline yapışmış, o da çekiştiriyor bir taraftan, birlikte geçirdiğimiz o güzel anları, unutamadığımız anılarımızı hatırlıyoruz birer birer. Yatağını dövüyor elleri, ayakları, başı debeleniyor, kollarımla kavrıyorum bedenini, “yaşamı seç!” diye yalvarıyorum, “dayan!” Dayanıyor bu sarsıntıya, yaşamı seçiyor, karşı kıyıya birlikte varıyoruz. Nasıl tanıştığımızı mucize diye bellerken bir kez daha, “hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi ayırana dek” derken ne demek istendiğini anlıyorum. Hastanede değiliz, zamansız ve mekânsız bir yerdeyiz.
Birkaç kez yaşanan ip cambazlığı sırasında soğuk elin yoklamaları sürüyor, ameliyata girerken teslim oluyor Selahattin yaradanına, “sana bırakıyorum, ister al canımı, ister yaşat, bu can senin zaten, bu beden de, nasıl istersen öyle olsun” diyor. O ameliyattayken zaman duruyor, dakikalar geçmiyor, yüzlerce can onun için dua ediyor, bahçede nefeslerimizi tutmuş bekliyoruz, Mustafa, Mahir ve ben, sonunda, üç buçuk saatlik operasyondan, bir başka ipin üzerinden yaşama dönüyor. Yeniden doğmak böyle bir şey olsa gerek! İyi ki doğdun Selahattin!
“Dağ gibi adam!” diyor Mustafa, yaşadığı bunca zor andan ayakta çıktığı için, sabırla, ağırlığıyla toprağın içinde kök saldığı için. Tanışmamıza vesile olan şarkıyı hatırlıyorum: “Mountain Dance” Vayyy! Nasıl bir dansmış bu, dağın dansı da böyle mi oluyormuş?
Şimdi hayatı bir bebek gibi yeniden yaşamanın tadına var canım Selahattin. Canımın yarısı, can dostum, nice sağlıklı günler görelim birlikte… Şifaya giden yolda her zaman elim elinde, kalbim sende… Sonsuza kadar…
Kasım ayında tanışmıştık, onca yılın ardından birkaç ayın lafı mı olur, şimdiden yirmi beşinci yılımız kutlu olsun. Bir daha dünyaya gelsem yine seninle aynı şeyleri yaşardım, bana bir yaşam armağan ettin, bana kendimi armağan ettin, bu yeni hayat da sana armağan. Ömrüne bereket olsun. Şifa olsun her nefesin.
Karşı kıyıya, yaşamın kıyısına ulaştık çok şükür… Gerisi zaman…
Zamana güveniyorum, o bizi iyileştiriyor an be an.
YORUMLAR