Işığın peşinde…

Kiralık bir mekân, geçici bir yuva, sınırlı zaman... Kontrat süremiz olan beş yılın sonuna yaklaşıyoruz. Hâlâ bir yer bulabilmiş değiliz, arayışlarımıza devam ediyoruz. Dağlarda, yol iz olmayan yerlerde geziyoruz. Bol güneşli gökyüzünün izini sürüyoruz. Onu bulduk mu tamam, mehtaplı gecelerimiz de bol olacak demektir.


Aracımız kendini cip zannediyor; dere yataklarının içinden geçiyoruz, koca kayaların üzerinden hoplaya zıplaya, nereye çıkacağımızı bilemeden saptığımız yollardan geçip kendimizi öyle güzel yerlerde buluyoruz ki... Kimi zaman bir yol bizi, muhteşem manzaralı bir tepede, denize nazır kıl çadırlarında yaşayan çoban ailesiyle karşılaştırıyor, kimi zaman da kim bilir kaç yıllık devasa taş kuyuların başındaki keçiboynuzu ağacının gölgesinde keçilerini kırkan köylülerle... Kimi zaman da karlı dağlara bakan bir kuş uçmaz, kervan geçmez köyün öğretmenine yol soruyoruz. Akşamüstü ışığının kızıllığı eşliğinde sanki bir zaman tünelinde yolculuk yapıyoruz.


Yaylalara gitmeden olmaz. Her ne kadar bizim yaşamayı düşündüğümüz yerlerden daha yüksekte olsalar da o mekânların havasını solumak inanılmaz. 1000 metre ve üzeri yerlerde, sedir ağaçlarının arasında gezerken burun deliklerimiz bayram ediyor, ciğerlerimiz serin bir havayla doluyor. Sedir ağaçları başlı başına bir konu... Ağaçların ihtişamlı görüntüsü, insana bilge bir varlıkla baş başa olduğunu hissettiriyor. Göğe uzanmış dümdüz gövdeleriyle, her yöne açılmış kollarının üzerindeki kozalaklarıyla, yeşille gri arası tonda iğne benzeri yapraklarıyla benzersiz, ulu birer şamdan gibiler.


Hem yer alacak parayı biriktirebilmek hem de yer aramaya devam etmek için biraz daha uzatmalıyız kira süremizi. Ev sahibimizle konuşuyoruz, bir süre daha kalmak istediğimizi söylüyoruz. Pek istekli olmuyor. Oysaki Çıralı’ya ilk gelişimizde konuştuğumuzda ve eğer süreyi uzatmak istersek mümkün olup olmadığını sorduğumuzda “tamam” demişti. Şimdi ise revaçta olan bir yer haline geldiğimizi görünce belli ki gitmemizi istiyor ve tabii bir an önce kendisi para kazanmayı. Sonunda iki yıl daha kalmak üzere anlaşıyoruz ama bu kez gönülsüzce “tamam” diyor.


Çok iyi dost olduğumuz ve dört yıl boyunca bize yardımcı olarak çalışan Hülya’dan başka, ev sahibimizin iki oğlu var. Hemen yanımızda küçük bir lokanta açıyorlar. İyi hoş, sorun yok derken bir süre sonra gürültülü eğlenceler başlıyor. Sezonun en yoğun zamanı, Ağustos ayında, gecenin ikisinde yatmış olan biz, bir de üzerine rutubetli havayla cebelleşip tam uyumuşken saat üçte birdenbire yükselen müzik sesiyle uyanıyoruz. Kesin şimdi konuklar da uyanmıştır. Ağlamaya başlıyorum.


Aklım almıyor. Zaten kendilerine kalacak olan bir yer, üstelik biz ayrıldıktan sonra aynı yere gelmeye devam edecek olan pek çok insan varken neden böyle rahatsızlık vermek istesinler? Hiç mi ileriyi düşünmezler? Bir, üç, beş, bu gürültülerin sonu gelmiyor. Yok, olacak gibi değil.


Köye yerleşmiş diğer arkadaşlarımıza akıl danışıyoruz. Onlar da didişmektense oradan ayrılmamızın daha iyi olacağını söylüyorlar. En sonunda ikna oluyoruz. Ben de bu şekilde devam edemeyeceğimizi, kazandığımız parada gözleri olduğunu düşünüyorum o zamanki aklımla. Ve sonunda, yediye varmadan, altıncı yılın bitiminde köyde başka bir ev bulup taşınmaya karar veriyoruz.


Bu kadar eşya ile köydeki o küçük evlere nasıl sığacağız? Kiradan kurtulmak isterken yine kiracı mı olacağız?


Başka bir hayat bizi bekliyor galiba...

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.