Mırka’nın öyküsü
Çıralı’ya ilk geldiğimizde ev sahiplerimizin kendi kedilerinden söz ederken “Karaşey, Sarışey, Tekirşey” gibi tanımlar kullanması dikkatimizi çekiyor. Neden onlara isim vermediklerine şaşırıyoruz. Gerek duymuyorlar demek ki.
Köyde hayvan sevdiğimizi artık öğrenmişler, bazen bahçede bir yavru kedi buluveriyoruz, hemen evlat ediniyoruz tabii. İstanbul’dan gelirken yanımızda getirdiğimiz, Bodrum-Gümbet’te edinmiş olduğumuz “Güzel Kızım” da büyüyüp bize şahane yavrular veriyor. Böyle böyle doğan yavrularla kedilerimiz çoğalıyor. Hepsi biraz büyüdüğünde, huyuna suyuna ya da görüntüsüne göre isimler alıyorlar: Tekir Oğluş, Nazlı, Mızmız, Misket, Bambi, Yelken, Lombak, Karaoğlan vs. Onlardan biri de Mırka, annesi Güzel Kızım gibi üç renkli, çok konuşkan, ikide bir mırk mırk diye ses çıkardığı için bu ismi almayı hak ediyor doğrusu.
Kediler gündüz vakti sağda solda uyuyorlar, biz de onları yemeğe çağırmak için yöntem geliştiriyoruz. Akşamüstleri çelik tabaklarına bir sopayla vuruyoruz, hemen toplaşıyorlar.
Bir gün, öğleden sonra bahçede otururken birden arka arkaya atılan silah sesleri duyuyoruz. Nedense Selahattin de ben de “kedilerimize bir şey mi oldu acaba?” diyerek ayaklanıyoruz. Daha önce komşunun kedisiyle kavga ettiği için “dan!” diye vurulan bir Tekir Oğluş vakamız olduğundan korkuya kapılıp hemen tabaklarını çalıyoruz. Kediler toplaşıyorlar, sayıyoruz tek tek, bir tek Mırka yok! Pisi pisi diye dolaşıyoruz evin etrafında, yan bahçelerde. Yok, yok! Mırka neredesin?
Sesin geldiği taraftaki yan komşunun yanına gidip soruyor Selahattin, “kuşa ateş ettim abi” diyor adam, etraftaki çocuklardan biri de “abi bi kedi kaçtı şu tarafa doğru” diyor. Oyyyy kesin Mırka bu! Ama nerede? Neredeyse umudumuzu kesmiş bir haldeyiz.
Aradan saatler geçmiş, dudaklarımız uyuşmuş pisilemekten, akşam karanlığı çökmek üzere, Selahattin bir umut bir tur daha atmaya çıkıyor evin etrafında. Veeeee kucağında Mırka ile dönüyor! Yaşıyor kızımız çok şükür! Fakat bir kolu şişmiş, başında da yaralar var. Ancak bu kadar yaklaşabilmiş evin yanına, sonra yerinde kalakalmış yavrucak.
Hemen Antalya’daki veterinerimizi arıyoruz. Ofisten çıkmak üzereymiş, bizi bekleyeceğini söylüyor sağolsun. Arabaya atladığımız gibi Antalya’nın yolunu tutuyoruz. Kucağımda Mırka. Yol boyu ben kızım dedikçe o bana mırk mırk diye cevap veriyor. Keyfi yerinde gözüküyor.
Varır varmaz röntgen çekiliyor: Başı ve kolu onlarca saçmayla dolu! Veterinerimiz Mırka’nın şiş kolunu kontrol etmek için ufak bir yerini traşlıyor ve sivri bir şeyle dokununca iltihap çıkıyor. “Maalesef bu saçmalar o kadar çok ki, hangi birini çıkaracağız, paramparça olur kolu” diyor, “en iyisi biz Mırka’yı uyutalım.” Uyutmak mı? Nasıl yani? Olamaz! Ama veteriner amcası, kızımız iyi görünüyor, konuşa konuşa geldik yol boyu, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu?
Tam da o ara ben Deepak Chopra’nın kitaplarını okumuşum. Orada mucizevî iyileşme öyküleri zihin-beden bütünlüğü içinde anlatılıyor. Ben de veterinerimize heyecanla okuduklarımı bir çırpıda anlatıp bir de örnek veriyorum: “Tavşanlarla yapılan bir deney var. Deneyde birkaç ayrı grup tavşana kolesterolce yüksek gıdalar veriliyor fakat gruplardan birinde kolesterol düzeyi diğerlerinden belirgin bir biçimde daha az yükseliyor. Aynı şeyleri yiyip de bu grubun kolesterolünün neden daha az yükseldiği bulunamıyor. Sonradan anlaşılıyor ki o gruba yiyecek veren asistan yemek vermeden önce tavşanları tek tek eline alıp seviyormuş! Biz de uygulayacağımız bir tedavi varsa yapsak da bir taraftan bol bol sevsek olmaz mı?”
“E tabii, sevgi önemli bir konu….Ehhh ne yapalım, deneyelim bakalım, siz şimdi şu şu ilaçla düzenli pansuman yapın, ağızdan da şunu içirin, şu şeyi de kafasına takalım, kendini yalamasın, olmadı kolunu keseriz.”
Yine içimiz hop ediyor ama bu kez ferahlıyoruz bir umut ışığıyla. Mırka yine kucağımda eve dönüyoruz ve neredeyse on beş gün boyunca onu kucağımda taşıyıp sevip okşuyorum. Tuvalete giderken bile Selahattin’in kucağına veriyorum, sadece yatarken ayrılıyoruz ondan, kutusuna yerleştiriyoruz. Tedavisini düzenli yapıyoruz, her zamanki gibi mırk mırk diye konuşuyor bizimle, iştahı da yerinde, bol bol yoğurt ve kefirle besleniyor. Veteriner amcamız telefonla halini soruyor. İyi olduğunu söylüyoruz. Kafasındaki uydu anten çıktı, kolundaki ve kafasındaki şişler indi, saçmaları dışarı atıyor vücudu, ağaca bile tırmanıyor! “Allah Allah, röntgenini görmemiş olsam iyileşiyor diyeceğim” diye şaşırıyor.
Sonunda Mırkacığımız tamamen iyileşiyor, vücudunda kalan saçmalarla yaşamaya alışıyor. Veterinerimiz de en kısa zamanda ziyaretimize geliyor ve bizi çok mutlu eden şu cümleyi kuruyor: “Artık umutsuz vaka durumlarında hayvanları uyutmaktan vazgeçtim, sahiplerine onları kucaklarına almayı ve bol bol sevmeyi öğütlüyorum.”
YORUMLAR