Televizyonsuz hayat…
Tivi mivi yok artık hayatımızda; hayatı gözlemleyerek, kitaplardan okuyarak ve birebir deneyimleyerek öğreniyoruz. Canlı belgesel! İstanbullu amcamız da sağolsun bize eski bir radyosunu vermiş kullanmamız için. Bol bol radyo dinliyoruz. Yerel bir de radyo bulmuşuz. Güzel müzikler çalıyor, güzel sohbetler oluyor; biz de o kanalı takip ediyoruz.
Bitkilere fena sardırmışız; her gittiğimiz yerde önce bahçeyi şöyle bir turluyoruz, koparıp çoğaltacağımız dallar ya da yapraklar varsa ev sahibine sorup hemen kendi bahçemize transfer ediyoruz. Ellerimiz gül, sardunya, karanfil çelikleriyle dolu. Eve gelince de bir heyecan onları ya toprağa ya da biraz daha bakıma ihtiyaçları varsa saksılara dikiyoruz. Biberiyeler, Latin çiçekleri, sarmaşıklar da buyur ediyor bahçemize.
Deli gibi de tohum topluyoruz bir taraftan. Peru zakkumunu, kokulu akasya “amber” çalısını komşularımızdan aldığımız tohumlarla yetiştiriyoruz. Kumluca’da orta şeritteki muhteşem mavi-mor çiçekler açan Güney Amerika kökenli Jakaranda ağacının dalgalı yuvarlak büyük bir düğme gibi görünen tohum keselerini toplayıp, pet şişeleri keserek yaptığımız mini saksılara ekiyoruz. Kanat gibi güzel ve hafif tohumlarımız yeşeriyorlar; onların 8-10 kök ağaççığa dönüşmelerine şahit oluyoruz. Ne güzelsin tohumdan gelişen hayat!
Çıralı’nın yerel bitki örtüsü muhteşem! Akdeniz doğasıyla ilgili o cep kitabına ne kadar teşekkür etsek az. Öyle güzel çizimler var ki; numaralandırılmış çizimlere eşlik eden açıklamalarla birlikte pek çok bitkiyi, ağacı, kurbağayı, deniz kabuğunu, kuşu ayırt etmeyi kolayca öğreniyoruz. Ya da sevdiğimizden bize kolay geliyor. Keşke biyoloji okusaymışım da botanikçi olsaymışım diyorum sık sık. Biyolojiyi de çok severdim hâlbuki ortaokul ve lise yılları boyunca. Üniversitede okumak için o yıllarda pek revaçta olan işletmeyi seçmemde, İngilizce öğrenme arzum daha baskın çıkmıştı. Kader işte, seçimlerimiz kadar özgür.
Sık sık çıktığımız gezilerde fotoğraf çekme bahanesiyle pek çok bitkiyi, ağacı ve çalıyı belgeliyoruz. Denizi, kumu, doğan güneşi, ayı, bahçedeki yemyeşil küçük ağaç kurbağasını, minicik mine çiçeklerini, ters ışıktaki eğreltileri ve canlı belgesel seyrediyoruz hissine kapılmamıza sebep olan cırcır böceklerini fotoğraflıyor Selahattin durmadan. Görüntüleri en çok hafızamıza kaydedebiliyoruz yine de.
Cırcır böcekleri ki görülesi şeyler. Yerde durup dururken açılan deliklerin içinden çıkan açık kahverengi böcek, ağır ağır ilerleyerek bir ağacın dalına ya da bir duvarın tırtıklı yüzeyine tutunup kendini şöööyle bir yerleştiriyor iyice. Sonra sırtı çatlamaya başlıyor, çatladıkça hafiften bir sıvı sızıyor ve sonrasında da o böceğin içinden aynısı, ama bu kez kanatlısı çıkıyor. Kendini kabuktan sıyırıyor, sıyırıyor ve geriye atıyor yavaaaaşça ve sonra tümüyle çıkıyor kabuğundan; yeniden yaklaşıyor geride bıraktığı boşluğa ve kabuğuna tutunuyor. Kanatları buruşuk henüz, yavaşça onları açmaya başlıyor, tamamen açılan kanatlarını sallaya sallaya kurutuyor ve en sonunda, pırrrrr……Uçuyor bizim cırcır böceği. Geride, yıllarca toprak altındaki köklerle beslenmiş halini hatırlamamız için kabuğunu bırakıyor. Yılların sabrı ve karanlığı birkaç dakikada aydınlığa kavuşuyor. Tabii o sırada kedilerimize yakalanmazsa.
Ben ailenin “bakbakçısı”. Nerede minnacık bir detay görsem Selahattin’e heyecanla sesleniyorum. “Bak Selahattin!”, “Selahattin baksana bi”, “şuraya baaaaaak!”, “Selahattiiiiiin” gibi uzaklığa bağlı çeşitlemelerim var. En çok da şu cümleyi kurarken buluyorum kendimi: “Selahattin Tahtalı’ya baaaak!”Böyle böyle Tahtalı Dağı’nın her hali bizde mevcut maaşallah:
-Gündoğumunda bir yüzü pembeleşmişken -Günbatımında diğer yüzü tupturuncu olmuşken-Portakal çiçekleri açmışken-Portakallar olmuşken-Kar yağmışken-Kar yağmışken gece ay ışığında- Bol yıldızlı akşam gökyüzüyle-Sahilden-Evin bahçesinden- …..
O zamanlar çekilen slaytlar, banyo için Almanya’ya yollanıyor. İsteğe göre çerçevelenip ya da çerçevesiz halleriyle geri geliyorlar. Biz de birkaç makara filmi biriktirip yolluyoruz. Başlıyoruz heyecanla beklemeye. Kemer’de de posta kutusu kiralamışız; bir on beş gün sonra bakmaya gidiyoruz gelmişler mi diye.
Oyyyyy oy! Hele bir de slaytlar geldi mi! Ziyafet! Hem seyrediyoruz hem de fotoğrafları çekerken yaptığımız cambazlıkları hatırlayıp gülüyoruz. Birileri de bizi çekse iyi olurmuş o sırada. Rüzgârda salınan küçücük bitkiyi çekmek için yer yüzeyine yapışmış fotoğrafçı kocaya yardım olsun diye, bitkiyi sallantıdan korumak için yaptığım numaralar; deklanşöre basmadan önce tutulan ve klik sesiyle huhhhhh diye dışarı verilen nefesler; kullanılan objektifin kılıfını, kapağını, diğer objektifi, filtre kapağını aynı anda ellerimde tutmalar filan. Bazen bunlara ek olarak tripodu taşımayı, kurup ayarlamayı da sayarsak iyi bir asistan olmuşum denebilir. Denmez mi! Ara sıra da olsa gülle gibi ağır fotoğraf çantasını taşıyorum fotoğraf aşkına. Kolay mı?
Çıralı’da doğanın her halinin keyfine varıyoruz. Tam anlamıyla “tadını çıkarıyoruz!” Anılarımız renkler, biçimler, desenler, dokular ve kokularla sabitleniyor. Yaşadıklarımızı görebileceğimiz bir ekran olaydı da bu kez kendimizi seyredeydik ne çok isterdim.
Çok heyecanlı!
YORUMLAR