Bu yazı Jose Saramago'nun Körlük adlı kitabıyla ilgili okumadan önce bilmek istemeyeceğiniz şeyler içerebilir.


Evinize doğru yol alırken trafik ışıklarında durup hareket edemediğiniz düşünün, çünkü göremiyorsunuz. Kör oldunuz. Bildiğimiz siyah, sonsuz bir karanlık olan körlük değil, bembeyaz adeta bir süt denizinin içinde yüzüyormuşçasına ışıklı bir körlük. İşte Saramago kitabında salgın bir hastalık gibi yayılan körlüğü böyle tanımlıyor ve toplumun bu felaketle beraber yaşadığı ahlaki çöküşü anlatıyor. Yazar, kitabında kimseye isim vermiyor, herkesi sıfatlarıyla anıyor ki bu bozulan bir düzende kimsenin isminin, birey olarak kim olduğunun bir önemi olmadığını daha iyi hissetmemizi sağlıyor.


“Hepimizin içinde adını koyamadığımız bir şey var, işte biz oyuz.”


“Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.”


Bulaşıcı körlüğün ilk kurbanları kader ortaklığıyla bir araya gelirken, eşini yalnız bırakmamak adına görebilmesine rağmen bunu gizleyen bir karakterle tanışıyoruz. İlerleyen zamanlarda dahi görmeye devam eden bu kadının neden kör olmadığı kitabın bize sorduğu önemli bir soruyu oluşturuyor. Belki herkese önyargısız bir şekilde bakabildiği için belki de görmemeye kendisi gönüllü olduğu için körlüğe yakalanmayan bu kadın, körler ordusunun gözleri oluyor. Bu şekilde yaşamaya alışmaya çalışan topluluk kısa bir süre sonra belki kendileri görmediği için belki de başkaları onları görmediği için insani şartlardan uzaklaşmaya, hayvani bir yaşam sürmeye başlıyor ve bu okuru kitabın bir diğer büyük sorusuna yönlendiriyor. İnsanların düştükleri halleri görmek zorunda kalan gören kadın, belki de bu felaketin tek şahidi olarak aslında asıl lanetin onda olduğu düşündürüyor: Körler ülkesinde gören biri olmak.


“Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük. Gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler.”


“Tam anlamıyla insan gibi yaşayamıyorsak, en azından tam anlamıyla hayvan gibi yaşamamak için elimizden geleni yapalım.”


Herkesin eşit derece eksik olduğu bir yerde yine de güç sahibi olmak isteyenler ortaya çıkar. Silah sahibi bir erkek, kendine adeta bir çete kurarak, yiyecekleri diğerlerinden saklayarak ve bir geçerliliği olamamasına rağmen paralara ve değerli eşyalara el koyarak kötülüğün her zaman var oluşunu ve anlamsızlığı bir kez daha kanıtlıyor. Bedenlerine saldırılan kadınların acısını paylaşan ve bunları görmek zorunda kalan gören kadınla beraber artık hikaye kötü bir erkek ve iyi bir kadın arasındaki sembolik savaşa eviriliyor. Şahit olduğu zulümlere son vermek için bir kereliğine kötü olmayı hakkı gören kahramanımız bizi de kötülük her zaman kötü müdür diye sorgulamaya itiyor.


“Nasıl ki cüppe giymekle keşiş olunmuyorsa, eline asa almakla da kral olunmaz.”


“Sonunda, en büyük kötülüklerin bile, içinde o kötülüğe sabırla katlanmamıza yetecek kadar iyilik barındırdığı sonucuna kaçınılmaz olarak bir kez daha varacağız"


Saramago’nun üslubu o kadar akıcı ve etkileyici ki, kitabı elinizden bırakamayınca bazen gördüğünüzü unutur bir hale gelebiliyorsunuz. Bu kadar içselleşen bir kıyamet senaryosunda aslında hayatın neresinde olduğunuzu bir kez daha sorguluyorsunuz. Belki asıl körlüğü şu an, gözümüzün önündeki kötülüklere karşı çıkmazken yaşıyoruz. Belki de kimse görmeyecek olsa sandığımız kadar iyi bir insan olmayacağız. Belki...



Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.