İlaçları alıp, kendimizi yeniden tüp bebek merkezinde buluyoruz. En alt katta bir enjeksiyon odası var. İki tane gencecik hemşire, benim gibi telaşlı milyon tane kadın görmüş olmanın gevşekliğiyle daha ben ağzımı açmadan “Hiç acımıyor ve yapması gerçekten çok kolay” diye kısa, basit ve gayet anlaşılır bir açıklama yapıyorlar. Ben bir takım “ama”lı cümleler kuruyorum. Eczane poşetini alıp ilaçları açmaya ve anlatmaya başlıyorlar. Aaaa iğneler hazır, içleri dolu bir sürü iğne. Çok şaşırıyorum çünkü benim hayalimde bir takım ampuller, bir takım enjektörler var ve ben iğneci Ayla teyze edasıyla ampul patlatıp koca koca enjektörlere ilaç çekeceğimi sanıyorum. Bu iş bir anda gözümde kolaylaşıyor. Karnımı açıyorum, derin bir nefes alıyorum, gözümü kapatıyorum ve bekliyorum. “Haydii bitsinn artık” derken bir takım gülüşmeler duyuyorum. Ay, galiba Duygu da gülüyor. Gözümü açıyorum. Yüzüme bakıyorlar. Acımıyormuş.


Her gün iğne yapacağım, iki günde bir merkeze geleceğim ve ultrasona gireceğim. Yumurta büyütme operasyonu başlasın! Tarihler 27 mayısı gösteriyor. Duygu ile birlikte ne kadar da çulsuz olduğumuzu hiç umursamadan The Marmara’da limonata içmeye gidiyoruz. Hava güneşli, aydınlık. Gezi Parkı’na gidip çimlere serilmeye karar veriyoruz. Ben her an patlamak üzere olan bir bomba gibi hissediyorum. Zaten reglim, ve regl olmuş olmak benim için adam öldürme sebebi. Limonata ve güneş ikilisi beni biraz rahatlatıyor. Duygu ile ayrılınca The Marmara’nın yanındaki yokuştan Kabataş’a doğru yürümeye başlıyorum. İstanbul’u özlemişim. Tanımadığım sokaklara dala çıka Kabataş’a varıyorum. Motorda dışarıya oturuyorum, bi’ sigara yakıp keyif yapamamaya kıl oluyorum ama kendime bile çaktırmıyorum. İlk planım Yeldeğirmeni’ne gidip Nedret’le buluşmak, kafamı kahve dolu bir kovaya sokup çıkarmak.


Bu arada kim sorarsa söyleyeceğim, tedavi için geldim. Çünkü bu meseleyi saklamak, sanki memleketin yarısı bir takım nedenlerle üreyemiyor değilmiş gibi yapmak istemiyorum. Nedenini niçinini kovalayana da Serhat’ımdan aldığım icazetle “Manitanın spermleri kafayı yemiş” diyeceğim. Biyolojik bir hikâyenin toplumsal bir yargılamaya dönmesine gizlemek suretiyle müsaade etmeyeceğim. Motora binince bu yolu iki hafta boyunca gidip geleceğimi düşünüyorum, sonra bu yolları aşındıranları düşünüyorum. Ömrünü evlat sahibi olmak için vakfedenleri. O an karar veriyorum. Bu yolu sadece bir defa gidip geleceğim. Bunu yalnızca bir kez deneyeceğim. Serhat’a telefon ediyorum, hemen. Önümdeki 14 günü bunu düşünerek geçirmek istemiyorum. “Tamam, güzelim” diyor. Üzerimden bir korku daha eksiliyor, Kadıköy’e varıyoruz.


Biz Kadıköy’den gideli 3 sene olmuş. Sokakları, mekânları her şeyi ayrı ayrı inceliyorum. Evimizin karşısındaki minik büfe bile sanatlı sepetli ve hatta atölyeli bir kafeye dönüşmüş. “Vay babanın kemiğine” diye diye dolaşıyorum. Eski tanışlarla rastlaşıyorum “Lan hepiniz mi hipster oldunuz? Çok tatlısınız!” Bir anda daha genciz, güzeliz, çocuk da neymiş diyecek oluyorum ama farkındayım ki İstanbul kanıma giriyor, hemen kafamı çeviriyorum. Hayatta bu kadar net görünürken, içerden içerden bu kadar dalgalanıyor olmak da benim sınavım galiba diye düşünüyorum.


Nedret ile arkadaşlarımızın açtığı kafede buluşmaya karar veriyoruz, ben önceden gitmiş bulunuyorum, Nedret yine hiçbir yere vaktinde yetişemiyor. İçeri giriyorum, bir takım şaşırma efektleri duyuyorum. Ilgın İstanbul’a gelmez ki, enteresan bir şey olmuş olması gerek. Soran gözlerle bakıyorlar. Evde çocuk yapmaya çalıştık olmadı diyorum, tüp bebek yapmaya geldim. Demek sadece teyzelere özgü değil bu donup kalmak hali, kendi jenerasyonum da böyle şeyler duyunca fener tutulmuş tavşan gibi kalakalıyor. Kadın kısmısı daha nazik, “Ay hadi hayırlı olsun” falan diyor ama erkekler çok tuhaf, bir şey duymamış gibi kahve doldurmaya çalışan Ahmet’i izliyorum. Komik.


Birkaç dakika geçtikten sonra akılları başlarına gelip Serhat’ı soruyorlar. O Çanakkale’de deyince işler iyice tuhaflaşıyor. Eğer bir tedavi görüyorsak Serhat’ın da burada olması gerekmiyor mu? Bence bu mevzu bu yüzden çok fazla konuşulmuyor çünkü erkeklerin başına gelmiyor. Kadınların mahrem bir hikâyesiymiş gibi yürütülen bir süreci var. Oturup anlatıyorum. Ali, benim ablamda tüp bebek yapmış diyor. Yapmış derken? Çocuk beş yaşına gelip de kocasını boşayana kadar kimseye anlatamamış kadın. 33 yaşında, beşinci denemede hamile kalmış bir tıp doktoru bunu saklayan. Üzülüyorum ve bir yandan da kendi minik devrimimle gurur duyuyorum.


Zaman ilerledikçe bu açıklığın ne kadar işime yaradığını, bana ne kadar alan açtığını anlayacağım. Daha çok gözetildiğim, kendimi gözetmeyi şımarıklık olarak görmediğim ve duygularımı içimde yaşayıp delirmeme neden olmayacak bir kurguyla ilerlemek tedavi sürecini sandığımdan daha çok etkileyecek.


O sırada Nedret geliyor, ay burada buluşmasa mıydık, rahat rahat anlatırdın diyor. Oooo, sen gelene kadar anlattım bile diyorum. Kafamı kahve kovasına sokmasına çok niyetliydim aslında ama bir anda canımın hiçbir şey istemediğini fark ediyorum. Hatta galiba biraz midem bulanıyor. Yok yok, çok bulanıyor.


Bu iğnelerin ilaç olduğunu, ilaçlara karşı aşırı hassas olduğumu hiç düşünmemiş olabilir miyim?


Önceki yazılar












Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.