Bir öğrencinin eşit ağırlık bölümündeyken avukat olamayacağını anlayıp dil alanına yönelmesi gerektiğine karar vermesi, yapabileceği en keskin U dönüşlerinden biri olabilir. Korkmadan, “E İngilizceyi herkes biliyor canım, arada kaynar gidersin.” yorumlarını kulak arkası edip yoluna devam etmeye çalışması hem zorlu hem de eğlenceli bir yolculuktur.
Bundan yaklaşık 3 sene önce, ilerlediğim yolun bana istediğim sonucu vermeyeceğini anlayarak ben de bu yolculuğa çıkan öğrencilerin arasına katılmaya kesin olarak karar vermiştim. Herkes avukat, doktor, ekonomist olmak zorunda değildi, seçenekler sonsuzdu. Çoğunluğun yoğunlaştığı alanlar benim ilgimi çekmiyordu. Anlamıştım ki beni tatmin edecek şey yabancı dil olacaktı.
Çoğu okulda yabancı dil alanına yönelmek isteyen öğrenciler tembel diye damgalanıp, onlar için sınıf bile açılmazken bu alanda kendimi geliştirmem kolay olmayacaktı. Okullar Anadolu Lisesi olsa bile eğitim tam anlamıyla yeterli değildi, üniversitede yabancı dille ilgili olan bölümler için girilmesi gereken sınav, MEB müfredatıyla uzaktan yakından ilgili değildi. Haliyle koşulacak çok yol, çıkılacak çok rampa vardı. Yaşıtım olan ve arkadaşım diye hitap etmem gereken insanlar bir anda rakiplerim olmuştu. Herkesin içi hırsla dolup taşıyor, birbirini elemeye çalışıyor ve durmadan ders çalışıyordu. Anlam ifade eden tek şey çözülen soru ve ezberlenen kelime sayılarıydı. İkili muhabbetler artık “Nasılsın?” yerine “Şu soruyu anladın mı?” ile başlıyor, “Kesin bu konuyu yapamayacağız sınavda!” ile bitiyordu.
“Sen tek dersle uğraşıyorsun canım, bizde fizik var, kimya var, geometri var…” “Mütercim tercüman mı? O da ne canım, para yoktur o işte!” gibi yorumlar zaman zaman zaten yorgun olan zihnimi daha da yoruyordu, bilgisi olmayan alanda yorum yapmaya çalışan insana ne cevap verebilirdi ki insan? Ne dese boştu, en iyisi eğitim sisteminin yarışında koşmaya devam etmekti.
Belki de yaşadığım en sıcak ve bunaltıcı haziran gününde sınav için sırada yerimi almıştım. Sınav sırasında gördüğüm sorular bir yandan dünyanın en zor, bir yandan da en kolay sorularıydı. Sınav psikolojisi dedikleri bu muydu diye hayatımda ilk defa o anlarda sorgulamıştım. Beynim harıl harıl soruları çözmekle meşgulken, bedenim sıcağa dayanamıyor, önümdeki etiketi soyulmuş pet şişe suyu kafamdan aşağı dökmem için bağırıyordu.
“Bunca his, düşünce 2 saatlik sınava nasıl sığmıştı? Ve ben o sınavdan nasıl sadece 2 yanlış yaparak çıkmıştım?” Sınav sonuçlarının açıklandığı gün aklımdan ilk olarak bu sorular geçmişti. Şimdi istediğim bölümü rahatlıkla okuyabilirdim, “Ben kazanmazsam o kazanmazsa bu okullara kim yerleşecek?” diye düşünürdüm sınava hazırlanırken içten içe kimseye söylemeden, gerçekten de öyle olmuştu.
Günler günleri kovalamış, tercih listeleri hazırlanmış ve sonuçlar açıklanmıştı. Sonunda istediğim bölüm olan Mütercim Tercümanlığı kazanmış, İstanbul Üniversitesinin devasa kapısından kayıt için içeri girmiştim. Eski mimariye sahip binalara olan tutkum beynimi uyuşturmuş, binanın güzelliğiyle büyülenmiş ve öğrenci işleri ofisini bulmaya çalışırken kaybolmuştum.
Fark etmiştim ki artık istediğim yere adım atmıştım, yüz binlerce soru, binlerce test geride kalmıştı; sadece İstanbul Üniversitesi ve yeni hayallerim vardı.
Şimdi geriye dönüp baktığımda o tarihi binada 1 sene devirmiş, onlarca kitap okumuş, onlarca ders almış ve sayısız yeni şey öğrenmişim. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum yurtdışı eğitimine, Erasmus’a hak kazanmış ve geçen sene bu tarihlerde sınav sonuçlarını beklerken bu sene Erasmus belgelerimi hazırlıyor olmuşum. Kim bilir önümüzdeki sene de hangi hayalim için yeni adımlar atıyor olacağım?
Dilara Koru
Facebook Yorumları