Atiye, son zamanlarda Türk dizi sektöründe ortaya çıkmış, içerik olarak oldukça zengin bir yapım oldu. Yaşamda var olan fakat bizlerin uzun zamandır unuttuğumuz, görmemeyi seçtiğimiz birçok konuya değiniyor.
İnsan, toprakla ve doğayla olan ilişkisini uzun zaman önce unutmaya başladı. Unuttukça ne olduğumuzu, nelere bağlı bir yaşam sürdüğümüzü de göremez olduk ve kendimizi doğadan bağımsız sandık. Bu böyle süregelirken dönüp yaşama baktığımızda artık en büyük sıkıntının anlaşılamamak olduğu, stresin normal olup da dinginliğin arada bir ulaşılabilir olduğu, Öz’den uzak, kalpten uzak bir yaşam kaldı elimizde.
İşte böyle bir dönemden geçerken bize aslında bu yaşamda bir bütün halinde olduğumuzu, Öz’e bakmamız gerektiğini hatırlatan işaretler ortaya çıkmaya başladı. Atiye de bana sorarsanız bu işaretlerden biri.
Zamandan da yaşlı olan, kadim bir bilgelik hakim bu yaşama. İster Allah, ister enerji, ister Öz diyelim; bizden daha büyük olan bu bilgelik, dizide Atiye'nin anneannesi olarak, Bilge Kadın arketipinde karşımıza çıkıyor. Ve bu kadın, Clarissa Pinkola Estes'in Kurtlarla Koşan Kadınlar adlı kitabında bahsedilen La Loba, geçmişi, geleceği ve şimdiyi bilendir. Yaşamda kaybolduğumuz, kim olduğumuzu bilemediğimiz zamanlarda sezgi ve rüyalarla kulağımıza fısıldayandır. Kadın olarak karşımıza çıkıyor çünkü; her insanın ilk öğretmeni kadındır. Nasıl yaşanırı ilk annelerimizden öğreniyoruz. Hamurumuzu yoğurandır kadın. Ve bir kadının çocuğunu nasıl yetiştirdiği kendisinden sonraki nesillerin hayatına da etki ediyor.
Dizinin başrol karakteri Atiye, çocukluğundan beri hep aynı sembolü çizen bir ressam. Bir gün geliyor bu sembol Göbeklitepe’de ortaya çıkıyor ve Atiye bunu öğrendiğinde o sembolle bir bağının olduğunu hissedip Urfa’ya gidiyor. Orada sembolü keşfeden arkeolog Erhan ile tanışıyor. Peki bu kadar eski olan ve daha yeni bulunan bu sembolü Atiye nasıl bilmektedir? Hepimizin atalarımızdan bize aktarılan bilgi ve hayat deneyimlerimiz vardır. Atiye’nin ataları ise Bilge Kadın arketipine dayanıyor. Sembolün bulunmasıyla aralarındaki bağ da daha güçlü ve hissedilir hale geliyor ve Atiye geçmişten ve gelecekten görüntüler görmeye, sesler duymaya başlıyor. Bütün bunlar olurken Atiye'nin annesi, onun normal olması ve olağan bir hayat yaşaması için sürekli ısrar ediyor. Toplumun isteklerine ve düşüncelerine çoktan boyun eğmiş, kendisine de annesinden aktarılan rahim bilgeliğini, doğum lekesini dağlamış bir kadın. Sezgileriyle iletişimini çoktan koparmış ve olabilecek en normal ve olması gereken diye nitelendirdiği hayatı yaşıyor. Kızının da böyle bir hayat yaşamasını istediği için onu doktora götürüyor ve Atiye'ye şizofreni tanısı konuyor. Doktor ve Atiye’nin arasında geçen konuşmayı izlediğimiz sahne günümüz tıbbının bu olaylara yaklaşımını çok çarpıcı biçimde önümüze seriyor. Atiye gördüklerini ve hissettiklerini olduğu gibi anlatırken doktor bunlara bir sorun olarak yaklaşıyor ve anlamak yerine sadece sorunu ortadan kaldırmaya odaklanıyor. Günümüz tıbbına ne güzel bir bakış; olanı anlamak yerine sorun olarak nitelendirip ortadan kaldırmaya çalışmak… Her ne kadar bu gördüklerini ve hissettiklerini bastırmaya çalışsa da, hakikat hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılamıyor.
Atiye'ye modern tıp şizofreni diye dursun. Bu sırada erkek arkadaşı Ozan da doktorun verdiği ilaçları içtiği müddetçe ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde devam edeceğini söylüyor. İşte Mavisakal! Yakışıklı ve zengin adam, kadını şatosuna getirir ve bu şatodan çıkmadığı sürece mutlu bir evlilik yaşayacaklarını söyler. Yani kadının kendini aramaya çıkması onun hayrına değildir. O da Atiye'nin normal denilen bir hayat yaşamasını ister. Ozan'ın babası ise Mavisakal'ın diğer yüzüdür, gerçekler ortaya çıktığında gözüken karanlık tarafıdır. İkisi de Atiye'ye aşıktır ve onunla evlenmek için ellerinden geleni yaparlar. Ama düğün günü Atiye kilit bir soru sorar Ozan'a, "Peki hiç korkmuyor musun benim gibi biriyle evlenmekten?". Ozan'ın cevabı Atiye'nin şatodan çıkması gerektiğini anlamasına yeter; "İlaçlarını aldığın müddetçe sorun yok."
Yaşadıklarından sonra Atiye anneannesini buluyor ve onunla atalarını ve kendini tanımaya bir yolculuğa çıkıyor. En yoğun sahneler de bu yolculukta Atiye’nin bir mağarada kapalı kaldığı sahneler. Korkuyla başlayan bu yol Atiye’ye kalbini yani sezgilerini dinlemesini, böylelikle içine düştüğü bu mağaradan aydınlığa çıkan yolu tekrar bulabileceğini öğretiyor. Kendini tanıması ise yaşadığı bütün sevinçleri, acıları, travmaları görmekle başlıyor. Atiye tek tek kendisinde travmaya sebep olmuş olan olayları tekrar yaşıyor. Onları hatırlamak istediği gibi değil de olduğu gibi görüyor ve kendisini oluşturan bu yapı taşlarını çözüyor. O bunları çözdükçe gerçek benliğine bir adım daha yaklaşıyor. Farkında olmadan kendine söylediği yalanları, kendisini zorunda bıraktığı durumları görüyor. Ve kendini bütün bu halleriyle kabul edip artık kendisine hizmet etmeyenleri mağarada bırakıyor.
İnsan bir kere doğduğunu ve bir kere de öldüğünü sanır. Halbuki bir hayatta birden fazla doğuyor, birden fazla ölüyoruz. Bütün bu doğum ve ölümlerimiz, özümüze olan yolcuğumuzda büyük adımları oluşturuyor. İçimizde artık bize hizmet etmeyen şeylerin ölümüne izin vermeliyiz ki, yerine yeniler doğabilsin. Atiye’nin mağaradan kurtuluşu bir dağın tepesinde topraktan dışarı çıkarak gerçekleşiyor. Kendini yeniden doğurduğunu betimleyen güzel bir sahne…
Son günlerde insanlar kendini tanımak, yaşamı anlamlandırmak için çeşitli yollara başvurmaya başladı. Kimisi bunu yogada bulurken kimisi müzikte, uzun bir yolculuğa çıkmakta ya da masallarda buluyor. Bütün bu öğretilerin, yolculukların bana öğrettiklerinde olanı görmek ve olanın ardındakini görmek, travmalarla yüzleşip artık hizmet etmeyenleri bırakmak var. Böylelikle kendimize çıktığımız bu yolculukta bütün olan bize, Öz’e varmak, doğayla bir bütün olarak yaşamak mümkün… Kalpten gelen samimiyetle kurulan bir yaşama ilk adım kendimizi tanımaya çıkacağımız yolculukla başlar. Ve kim bilir, belki bu yolun sonundaki dinginliğe, Öz'e varırız.
YORUMLAR