Hayalimin adını “gökyüzünde bir masa” koydum!
Karadeniz’de bir masa. İki kütük evin arasında bir yeşil alanın üzerine kurulmuş. Üstünde kareli kırmızı bir masa örtüsü. Çamaşırlar iki ev arasına asılı bir ipe dizilmiş. Gözün gördüğü ne varsa bulutlara tepeden bakıyor. Bildiğinden gayrı buluttan da deniz olurmuş dedirtiyor insana. Karadeniz’de yaşamın gökyüzünde sürdüğüne bir kere daha inandırıyor seni.
Gördüğümden beri bu fotoğraf karesini düşünüyorum. İnsana dünyada bir başına olduğunu hissettirecek bir huzur… Bir başıma olmaya çok meraklı olduğumdan değil. Hayat paylaşıldıkça güzel, hele de mutlu eden şeyler. Lakin huzur önemli. Dünyanın şu kaynayan cehenneminde nezdimde altından bile daha değerli.
Bir Ursula LeGuin masalı gibi bazı görüntüler. Bir geyiklerle konuşan, bulutlardan fal bakan, ağaçlara ev yapan kahramanlar eksik. Dünyanın en güzel çayının çıktığı memlekette, içine ince odun parçalarını sıkıştırdığın semaveri koymuşsun bulutlara tepeden bakan masanın yanına, önünde kalbine ilaç bir roman, kendi masalına eşlik eden başka masallarda gezinip duruyor ruhun.
Arada akşama kaynatacağın çorbanın mercimeğini ayıklamak için kalkıyorsun mutfağa. Mevsim yaz, ne çorbası derseniz, bulutların tepesinde bir yaylada olduğumuzu hatırlatırım. Varsın aylardan Temmuz olsun, akşam oldu mu içine içine akıtacaksın çorbanın sıcağını.
Ne yaparsan yap, ister çay demle, ister çamaşır as, ister çorba kaynat, aralarda yapacağın tek şey, yeşilin üzerindeki o ömürlük masayla buluşmak olacak. Kucağında canı sıkıldıkça sana sırnaşan bir kedi, avcunda önce elini sonra içini ısıtan bir ince belli, ama önünde her daim, olmazsa olmaz kitabın duracak.
Ne okurdum diye düşündüm böyle bir yeryüzü cennetinde? Yazın tüm şehirli nüfus sahil kasabalarına akarken ben kalabalıklaşan kasabamdan kaçıp Karadeniz’de böyle bir kulübeye kapatsam kendimi, ne koyardım bavuluma okumak için? Yaşamı ve doğayı anlatım gücüne hayranlık beslediğim Yaşar Kemal’in bir romanı olurdu mesela. Klasiklerden birkaç isim atardım çantaya mutlaka. Balzac’ı, Gogol’u, Gorki’yi yeniden, Platonov’un “Can”ını, Erlend Loe’nin “Doppler”ini de ilk kez bu topraklarda okumak isterdim. Mutlaka Füruzan’ın öykülerden alırdım yanıma. O masada, o bulutları seyrederek avuçta bir ince belliyle Füruzan okumazsa Zeren, Zeren olur mu hiç?
Dolmakalemlerimi ve içine yetecek kadar kutu kutu mürekkebi unutmazdım sonra. Her akşam mümkünse gaz lambasının ışığında yazacağım mektupları üst üste biriktirir, bulutların tepesinden yeryüzüne indiğimde karşıma çıkacak ilk postaneden postalardım sahiplerine. Bir tane de mutlaka kendime yazardım. Evime vardıktan haftalar sonra bulutların üzerindeki benden bir şeyler okumak güzel olurdu vesselam.
Bir masanın peşine böyle bir yola çıkar mıyım, usandıran yaz kalabalığından arkama bakmadan gerçekten kaçar mıyım bilemiyorum ama hayal kurmak bile çok güzel. Hayatta ne yaptıysam önce hayal kurarak başladım. Bir fotoğrafın peşine bugün de böyle bir hayal kurdum, adını da “gökyüzünde bir masa” koydum. Uçan halı masalının yanına uçan masa masalı da benden olsun.
YORUMLAR