Bir “ama” oldu kaldı ülke boğazımızda!
Ölümün yaşamdan daha çok söz aldığı bir ülkede her hafta kendimce belirlediğim konularda kalem sallamaya çalışıyorum. Şimdiye kadar yüz yazı yazdıysam doksan dokuzunda parmağım yaşamdan yana kalkmıştır. Silahlı-silahsız tüm despotluklara karşı inadına sevmek, sevişmek, gülmek, izlemek, okumak, yazmak, içmek, söylemek, gezmek gerek diye diye belki bazen kendimin bile hatırlatıcısı oldum. Benliğimizi unutmayalım, tekdüzeleştirilmek istenen hayatlarımızda oyumuz hep içimizi hop ettiren o diğer seçenekten yana olsun, beş kere normal oluyorsak bir kere de anormal olmaktan korkmayalım dedim dedim durdum.
“Ama” mı gelecek peki şimdi bu cümlelerden sonra? Yok, hala aynı düşünüyorum düşünmesine de, o “ama” yine de oraya gelecek fakat koyan ben olmayacağım. O “ama” oraya koşulsuz şartsız gelecek, tıpkı bir mecburi istikamet gibi. Üstelik o “ama”nın bir de adı olacak, koca koca, uzun, heybetli bir ad: Türkiye Cumhuriyeti.
Bir “ama” oldu kaldı ülke boğazımızda. Burnunun dibinde hayatlar patır patır sönerken, beş dakika önce geçtiğin yerde patlayan bombayla insanlar havaya uçarken, onlarca çocuğa tecavüz edilen yerdeki şüpheliler değil de, olayı protesto eden gençler içeri alınıyorken yaşam dediğin öyle kolay akmıyor.
Vicdansızlık, bayağı bayağı bir insanlık durumudur. Ülkemizde ziyadesiyle şahidiz. Vicdanla yaşamaksa ağır sorumluluk... “Coğrafya kaderindir” cümlesindeki öznenin enlem ve boylamında yerin, dünyanın Ortadoğu denen cehennemine denk geliyorsa vicdanla yaşamak, değil sadece sorumluluk, eziyetlerin belki de en büyüğü. Göz göre göre, akıl bile bile katlederler insanları ve seni vicdanınla birlikte bu en pis oyunun izleyicisi yaparlar. Üstelik bugün izleyici olanın, yarın kurban olmayacağını kimse garanti edemez.
Yaşamın ta kendisi olan pırıl pırıl gençler, çocuklar ölüyorken yaşamdan bahsetmek, ne bileyim, en hafifinden bir illüzyon gibi geliyor bana artık. Bu vazgeçmek, kepenkleri indirmek ya da tüm o yukarıda yazdığım şeyleri unutmak anlamına gelmiyor. Ama galiba artık bundan sonra yaşamın en zor olan halinde bile ayakta kalabilmeyi de öğrenmek gerekiyor. Tıpkı Yaşar Kemal’in edebiyatı gibi…
Bugünlerde yine tesadüf ya, elimde bir Yaşar Kemal üçlemesi var. Dağın Öte Yüzü serisini okuyorum. Ankara patlaması olmadan önce düşündüğüm bir saptamayı, patlamadan sonra daha çok düşünür oldum.
Yaşar Kemal romanlarında, bir insan evladının, bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaketlerden bahseder. Onun kahramanları acılı, çilekeş insanlardır. Ama onun ruhu öyle bir hikaye örer ki en büyük acılarda bile buram buram yaşam kokar ortalık. Savaşlarda çektikleri ölümden beter çilelere rağmen götlerinden bal damlayan incirlerle mest olabilen bir ada dolusu halk, Toroslar'dan Çukurova’ya pamuk toplamaya göçerken yolda acıdan kıvransa da ateş başında toplanıp efsanelerden bahseden köylüler… Kaderleri, terazinin kefesini acıdan yana doldursa da kendileri yaşam üretebilen karakterler…
Yaşar Kemal’i bence bu kadar büyük bir yazar kılan da bu. En kötüyü anlatırken dahi bu kadar yaşam dolu kalan bir kalem olabilmek…
Olduğumuz hal vahim ve nereye gittiğimiz bu kadar belirsiz iken kendi adıma diyebileceğim yegane şey, okuyalım a dostlar, okuyalım. Hem ‘iyi’ kalmak için, hem devam edebilmek için.
YORUMLAR