Soba, çocukluk ve bir öykü

Gündüz denize girip akşam soba yakılan bir yerde yaşamak oldukça fantastik. Her şey at arabası-balkabağı hikayesindeki gibi… Güneş varken ‘balo’nun en keyifli saatleri. Denize gir, piknik yap, bisiklete bin, mis gibi havanın tadını çıkar ama güneş gittiğinde kendini sıcak bir yere atamadıysan, dünya sana balkabağı…


Çocukluğunu çok düşünen, hakkında da çok yazan biri olarak bazen derim, en güzel çocukluk anım nedir diye. Soba kenarına kurulmuş bir sofradadır o anının en güzel olanı.


Çalışan anne babam cuma akşamından beni anneannemin evinden alır, sadece bir haftasonu çekirdek aile baş başa kalabildiğimiz evimize getirirlerdi. Evlenirken kiraladıkları ev çıkmaz bir sokakta eski mi eski bir binanın üçüncü katı. Her bir katında apartmanın gediklisi olmuş kediler… Birinci katın kedisi ayrı, ikinci, üçüncü katın ayrı… Asansörsüz binada eve çıkarken ola ki katları şaşırdın, kedilerden anlarsın. Tekir mi bu? Tamam, birinci kattayım.


İstanbul’un deli soğuğu bastırmış, Zeren Hanım cuma akşamı eve gelecek ama ev bildiğin dondurucudan farksız. Çocuk bu eve getirilemez. Babam gelir, önceden salonun orta yerinde duran sobayı yakar, beni sıcacık eve öyle getirirdi. Annem de o arada sobaya en yakın orta sehpanın üzerine cuma akşamı soframızı kurardı. Zaten biz o soğuk kış gecelerinde evin diğer odaları imkan yok ısınmadığı için salonu oturmaya, kalkmaya, sohbete, uyumaya mesken ederdik. İşte o cuma akşamları ve o sofraların hatırası çok büyük bende.


Yatma vakti geldiğinde annemle büyük savaş başlardı. Üçlü koltuğa bana yaptığı yatağı imkanı yok beğenmezdim. Hemen dibimde babamla ikisine hazırladığı yer yatağı dururken, o kocaman mis gibi çarşaflarla bezeli yatağın üzerinde boydan boya taklalar atıp aralarında uyumanın keyfi varken koltukta uyumak da neydi? Ama annem yerden tavana kadar olan pencerelerden çok soğuk üfürüyor diye kesinlikle izin vermezdi. Sadece cumartesi sabahı uyanınca aralarına sızmanın keyfiyle idare etmek zorunda kalırdım. Biz güzeldik ama bizi ayrı odalara savurmayıp bir arada tutan soba sayesinde daha güzeldik. O ev kaloriferli olsaydı o günler böyle yer eder miydi bende bilmiyorum.


Yirmi küsur sene sonra yine sobalı bir evde yaşıyorum. Bir buçuk yıldır kış yaşantımın en büyük eğlencelerinden, en tatlı keyiflerinden biri kuzineli sobam. Etrafımda “ben hayatta soba yakmam” deyip eşlerine nazlanan kadınlara garip garip bakıyorum, onlar bana nasıl bakıyor bilemiyorum tabi. Ateşle oynamak, odunla uğraşmak, dışarısı soğukken odun almaya çıkıp sıcacık eve koşturarak dönmek öyle keyifli ve eğlenceli ki, bu işi elimden almaya çalışan bir eşim olsa arızanın bin türlüsü kesinlikle benden çıkardı.


Bir akşam vakti eve dönerken dünya tatlısı yan komşularımın bacasından çıkan dumanı görmek büyük haz. Yaşam belirtisi değil sadece o, lezzetli bir yaşamın belirtisi… Kış nasıl kokar sorusunun cevabı, kış odun kokar.



İşte bu yüzden Füruzan’ın “Sevda Dolu Bir Yaz” kitabındaki “Şarkılar Kitabı” isimli öyküsünü çok severim. O öyküdeki annesi ve teyzesi sobanın çıtırtısıyla pencere kenarında sohbete durmuşken divanda o seslerle uykuya dalan kız çocuğuyum. Geçen yıl evime sobayı ilk kurduğum günün akşamı yamacında o öyküyü yeniden okumuştum. Okuduklarımız bir yana kendi öykülerimiz de hiç bitmesin.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Devamını istiyorummm hikayenin
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.