Neyse ki hepimiz öleceğiz, pek tabii ki onlar da!
’91 kışı… Kasvetli bir sabah olduğunu, gün ışığının salonu aydınlatmayan azlığı sebebiyle yakılmış lambadan hatırlıyorum. Uzun yemek masasının üzerindeki taşlı abajurun verdiği sarı ışık, soğuk kış günlerinde sıcak bir ev ve sıcak bir kahvaltı masasıyla özdeştir hep zihnimde. Sarı ışığı bu yüzden hep çok sever, beyazdan nefret ederim.
On bir yaşındayım ve anneannemin, o zamanlar bekar olan dayım beyaz peynir yemiyor diye kızarmış ekmeğin üzerine yaptığı yumurtalı peynirli karışımın kokusuyla uyanmaktan ve arka odadan kokuyu takip ederek salonda kurulmuş kahvaltı sofrasına ulaşmaktan çok mutluyum. İyi ki dayımın tek peynir yeme şekli bu.
Lakin o sabah bir gariplik var. Dedemin biz kahvaltıya otururken TRT1’in sabah haberlerini açmış olmasına alışığım. Arkadan arkadan gelen televizyon sesi o sofra hatıralarının içinde hep var. Ama o sabah daha salona girer girmez herkesin televizyon başında toplanmış olmasından bir fevkaladelik olduğunu anlıyorum. Televizyon uçan jetleri ve bombaların düştüğü bazı yerleri gösteriyor. Merakla soruyorum bizimkilere ne oluyor diye. Amerika’nın Irak’a savaş açtığını söylüyor dedem. “Televizyondan canlı yayınlanan ilk savaş bu” diyor.
Ah’lar vah’lar, “dünya ne acayip bir yer oldu” cümleleri arasında kahvaltı sofrasına geçiyoruz; televizyon açık kalıyor. Hiç unutmadığım, zihnime kazılı kalmış bir andır lokmalarımı yutarken bombaları izlemem. Çocuk dahi olsam, hatta belki çocuk olduğum için daha fazla o sabahın resmi bir dehşet hali olarak kaldı aklımda. Dünyada bazı insanlar sıcak evlerinde, güvenli sofralarında sabah çaylarını yudumlayıp ekmeklerini yerken dünyanın başka bir yerindeki insanların bombalanmalarını, ölümlerini, acılarını izliyor. O lokmaların hala nasıl huzurla yutulabildiğine, mideye bir bomba gibi düşmediğine oldum olası şaşarım.
Vicdansız, umursamaz ve kötü insanları zaten anlamak gibi bir sorunum yok. Ama dünyaya yaklaşımındaki hassasiyeti bildiğim bir dolu insan, haberlerin vahşetiyle dolu ekranların karşında yiyor akşam yemeklerini. Sokağın ortasında öldürülmüş bir kadının bedenine bakarken ağza götürülen her lokma o insanın cesedinden beslenmek gibi geliyor bana. Kötülükle yaşamaya çalışmak, kötülüğe tahammül etmek bir sorunken daha büyük sorun, kötülüğün bu kadar normalleştirilmesine tahammül etmek, başkasının acısını izlerken yemek yiyebilmek…
Şimdi geriye dönüp baktığımda televizyonlardan izlediğimiz o savaşın insanlık için ciddi bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Acılar, ölümler, işkenceler, savaşlar elbette o gün başlamadı. Tarih, her kıtada yaşanmış ve yaşanan, bildiğimiz bilmediğimiz tonla acıyla dolu. Ama artık her acı, her kesilen kafa, her öldürülen çocuk, her işkence edilen insan, kumsalda güneşlenirken, deniz kenarında demlenirken, mutfakta yemek pişirirken bizimle birlikte. Lanet ede ede izleyip, yarım saat küfredip sonra hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ruhun kanseri de bu olsa gerek. Televizyondan izlediğimiz ilk savaşla başladı ve o günden beri tüm insanlığa hızla yayıldı. Laneti bitmiyor oluşunda. Organlara musallat olan kanser en nihayetinde bedeni çürütüyor ve son… Lakin ruhunki çürü çürü bitmiyor, çürüdükçe çoğalıyor, çürümekten besleniyor.
Suruç’ta ölen gencecik insanların katledilişlerine bakarak mı devam edelim hayata, kafa koparan vahşilerin videolarını izleyerek mi? Tüm bu lanet olasıca iletişim çağının ‘nimetleri’nin hep bu kötülüğü yaymak isteyenlere hizmet ettiğini görüp bu düzeni reddederek devam etmek de bir mücadele şekli olamaz mı? “Bakın görün, bu insanlar ne kadar kötü, bunlarla mücadele etmeliyiz” diye diye evlerimize kadar giren vahşet bir gıdım gerilemedi, üzerine bir de hepimizi çürüterek normalleşti.
Başarıyla sonuçlanacak bir mücadele yolu biliyor değilim ama kötülüğe hizmet etmemenin yolunun iletişim çağının tüm imkanlarını kullanarak zehirlemelerine izin vermemek olduğunu biliyorum. Günümüz dünyasında izole alanlarda her şeyden uzak ütopyalar yaratsanız bile olsa olsa kötülüğün eli kanlı olanından uzak durabiliyorsunuz. Yeşil Yol deyip, koyları imara açmak deyip bir şekliyle bitiveriyor yamacınızda. Ama neyse ki teselli veren bir gerçek var ki hepimiz öleceğiz. Pek tabi ki onlar da!
YORUMLAR