“Anadolu’yu çok seveceğiz”
Birkaç hafta önce semt pazarında dolaşırken küçücük tezgahında her zaman kendi bahçesinde çıkan ürünleri satan ve benim de ufak patateslerini çok severek aldığım Kızlanlı beyle yan tezgahın sahibi arasındaki bir konuşmaya önce kulak misafiri sonra da müdahil oldum. Belli ki Kızlanlı’nın yakın zamanda bir oğlu olmuştu. Yan tezgahtaki hanım, büyüsün de sana yardıma gelsin iyişallah diyordu. O da, bakalım, şimdi önce kızı alıştırıyorum, çok meraklı toprağa, tezgaha da gelsin, ufaktan hayatı öğrenmeye başlasın ama aslında ben her ikisini de uzak tutmak istiyorum bu işlerden, bizim çektiğimiz yetti gayri, onlar da aynı şeyleri yaşasınlar istemiyorum, dedi.
Patatesleri torbaya doldururken sohbetin ilk kısmını keyifle dinliyordum ama son söyledikleri merakımı cezbedince niye öyle diyorsun diye sormadan edemedim. Ne kadar şanslı olduğunun farkında mısın, toprağın var, bilgin var, emeğinin gücü var, çok değerli şeyler bunlar, çocukların da senden öğrensinler, yetişsinler işte fena mı dedim. Bir dokun bin âh işit kısmı burdan sonra başladı.
Öyle, öyle, güzel diyorsun aslında da dedi, köylülüğün aşağılanması da hiç bitmiyor biliyor musun? Tezgaha gelen cebinde parası olan okumuşun tavrından ayrı bıktım, politikacıların “sen ne anlarsın” tavrından ayrı bıktım. Çocuklarım bunları yaşasın istemiyorum. Tamam toprağı da öğrensinler ama okusunlar, başka yol çizsinler kendilerine.
Sadece sözlerinden değil, söyleyiş şeklinden, bakışlarındaki enerjiden bile öyle taşıyordu ki bıkkınlığı! “Köylü milletin efendisidir” sözünün milattan önceymişçesine uzak zamanlarda kaldığı, uygulamasınınsa hâşâ hiç görülmediği bu topraklarda hep küçük görülmenin ve belki de bugünlere nasıl geldiğimizin dersini veriyordu ayak üstü.
Dilim döndüğünce o küçük görmenin, aşağılamanın her yerde olduğunu anlatmaya çalıştım. Sanıyor musun ki en iyi okullarda okumuş, gayet bilgili yetişmiş bir üniversite mezunu girdiği holdingde patronundan, eğer insaflıysa kapalı kapılar ardında, insafsızsa ortalık yerde en ağır cümleleri duymuyor, onuru kırılmıyor, diye anlatmaya çalıştım. Güldü, sen de haklısın dedi. Topraktan vazgeçmemesi dileğiyle bir kilo patatesin parasını avcuna koydum, gittim.
Bu anekdotun neden yazı konusu olduğuna gelince... Türkiye’nin otoriter bir rejime evrilmesinin önüne set çekilmiş olmasından, sorunların bir çoğu hala ortada duruyor olsa da eli kanlı bir diktatöre “artık yeter” denmiş olmasından nasıl mutlu olduğumu imkan yok tarif edemem. Bünyede durum buyken gördüğüm bir fotoğraf bütün oy oranlarından daha fazla bana olmasını dilediğim Türkiye’nin ümidini veriyor.
Özcan Purçu, belki pek çok başkasına ek, Türkiye’nin ilk Roman vekili olma sıfatını da arkasına alarak meclise girmeye hak kazandı. Kendisi hakkında bildiğim tek şey bu. Bir de şu gördüğüm fotoğraf. Bilginin de fazlası gereksiz zaten bazen. Yüzüme yayılan gülümseme, içime dolan samimiyet yeter şimdilik.
Ben hayatta renklerden hiç korkmadım. Mecaz değil, bildiğiniz renklerden bahsediyorum. Renklerden de korkulur mu hiç demeyin. Çok insan bilirim karıştırmayı hiç sevmez, eli de içi de renge gitmez. İşin zevk kısmı ayrı, ruhunun tekdüzeliği ayrı. Bahsettiğim ikincisi. Elime geçen bir sürü şeyi rengarenk yaparım; bu sefer durayım, en azından iki rengin dışına çıkmayayım derim, duramam. Bir bakmışım yine bir gökkuşağının içindeyim. Ve sonra o renklerden uzak duranların bile, her neyse o elimdeki, ne güzel olmuş diye beğenilerine şahit olurum.
Özcan Purçu ve ailesinin fotoğrafı, renkliliğin de, tekdüzelikten kurtulmanın da, bu ülkede ezilmiş, dışlanmış, genel kabulün dışında bırakılmış olan pek çok şeyin temsili benim için. Partisi ve ideolojisi hiç önemli değil, böyle başka isimler de var biliyorum. Üzerinde yaşadığımız Anadolu bunca renkli, çeşitli, bereketli ve doluyken ülkeyi yönetmeye talip olanların griliğinden usanalı çok oldu. Pazar günü Özcan Purçu’nun bu fotoğrafını da paylaşarak ne güzel dedi Güven Eken “Meclis değil meydan. Tahakküm değil imece. Bando değil zeybek, halay, horon, roman havası. Anadolu’yu çok seveceğiz.”
YORUMLAR