Babam, Beşiktaş ve biz…
Doksanların başında ergenliğinin zirvesinde bir kız çocuğu olan bendeniz, Beşiktaş yenildiğinde kendini yastık altlarına atıp salya sümük ağlayan bir futbol komiği idim. Yaşarken değil, hele anne baba için hiç değil ama aslında insan türünün en komik evresi ergenlik bana göre. Yaşamın başka hiçbir evresinde o kadar saçma, komik, acıklı, absürd, çirkin, nefret edilesi ve Avarel olunmuyor vesselam. Neyse ki ergenliği ömrüne yayılanlardan olmadım da, takımı yenildiğinde uyguladığı tek şiddet en fazla televizyon kumandasını koltuğa fırlatmak olarak kalan bir standarda evrildim.
İşte o ergenlik döneminin en keyifli zamanları babamın “bu hafta sonu maça gidiyoruz” dediği zamanlardı. Metin-Ali-Feyyaz dönemi, Beşiktaş’ın en parlak, İnönü Stadı’nın zaferlerle renklenen en güzel günleri. Beşiktaş Çarşı’dan başlayıp stada kadar akan şenlikli ama gözümde çok büyüyen o kalabalık atmosferde babamın arkamda olduğunun güveniyle kocaman açılmış meraklı gözlerle bakardım etrafıma. Her ânı o kadar aklımdadır ki şu an bile çok rahat yerleştirebilirim o ifadeyi yüzüme.
Her seferinde maçın başlamasına saatler kala orda olmak isterdim çünkü maça gidilecek bir günün keyfi asla sadece sahada takımı izlemekten ibaret olmazdı. En az dört saat içerde kalacağımızı bildiğinden stada girmeden yiyeceklerimizi alalım isterdi babam.
“Köfte-yer misin kızım?”
“I-ıııh!”
“Kokoreç?”
“I-ıııh!”
“Ne yersin?”
“Simit!”
İstisnasız değişmez ritüelimdi. Stada girmeden o simit ve ayran alınacak, yerime kurulup hipnotize olmuş bir şekilde Kapalı’nın tezahüratları ve etrafımdaki amcaların halleri izlenirken beyaz bıyıklı bir kemirgene dönüşülecek. Bir keresinde tüm stadın etrafını turladık da bir tane simitçiye denk gelmedik. Bir sefer de başka bir şey ye, di’ mi? Yok! İlla simit-ayran. Bulduk mu bulmadık mı onu hatırlamıyorum ama babamın gıkını çıkarmadan o soğuk havada elimden tutmuş simitçi araması aklımda. İstediğin bir şeyi sırf sen çok seviyorsun diye laf etmeden yapan anne- babandan başka birini bulabiliyorsan hayatta, bil ki o gerçek sevgidir. Artık galiba tek kriterim bu, sevgiye dair.
Niye yazıyorum bunları? Bir, hatırlamayı çok sevdiğimden. İki, babamın birkaç gün önceki doğum günü vesilesi ile kız çocukları ve babalar üzerine düşüncelerimi paylaşmak istediğimden. Türkiye gibi bağnaz gelenekler ve modern bir medeniyet arasında sıkışmış ama terazisi hep bağnazlıktan yana basmış bir ülkede kızını yetiştirirken en zor olanı yapmayı seçti babam. Beni özgür bıraktı ve tek bir beklenti koydu önüme. “Senden tek isteğim mutlu olman, bunun nasıl olacağına da ne ben, ne bir başkası, bir tek sen karar verebilirsin.”
Hep başarılarla ve saf mutluluklarla dolu bir hayatım yok elbette ki. Mükemmellik varoluşumuza aykırı zira. Ama olduğum ve bundan sonra olacağımı düşündüğüm yerden bu kadar memnunsam yukardaki, içini her zaman doldurduğu cümlesine çok şey borçluyum.
Kadın cinsinin nasıl yaşayacağına/mutlu olacağına hep erkeklerin karar verdiği bir toplumda yaşamının mesuliyetini sadece kızına vermek zor zanaat. O zanaatı işlemekse ayrı zor. Becerisi, kulağını dışarı değil, içine döndürmekten geçiyor; o zaman kolaylaşıp yaşamı parlatıyor.
Çok insan bir olmuş erkeklerin güçlü kadınlardan korktuğunu söylerken bu cümlenin bünyemde neden bir türlü yer edemediğini sorarım sıkça kendime. Güçlü kadınlardan korkmak ne kelime, öylesini seven ve yetiştirenlerin ancak güçlü erkekler olabileceğini bizzat görerek yaşadığım içindir belki de. Binlerce kere minnettarım.
YORUMLAR