Memleketin içkiyle imtihanı
Hayata bakış açılarımızın çocukluğumuzdan şekillendiğine hiç şüphe yok. Benlik, bir fotoğraf makinesi kadar net kaydediyor anları ve olayları. Hatta daha da fazlası… Görüntünün üzerine içerik de ekliyor, anı biriktiriyor. Çocukluğumun en güzel anılarının hepsi olmasa da birçoğu sofralardan ama özellikle de içki sofralarından geçiyor. Bireyleri güzel içen bir ailenin ferdi olarak büyüdüm ve güzel içmenin anlamının çok içmek değil, keyifle içmek olduğunu da onlardan öğrendim.
Çalışan bir annenin çocuğu olarak olabilecek en büyük şanslardan biri, kalbiyle elleri arasında müthiş bir sevgi bağı kurmuş bir anneannenin yanıydı büyüme yerim. Onun mutfağı, dizinin dibi, tezgah altı cücesi… Şimdilerde yıkılmak üzere olan o evle ilgili aklıma gelen ilk şey hiç bitmeyen yemek kokusudur. Kesinlikle abartmıyorum, uykusu sürekli bölünüp gece üçlerde uyanan anneannem günün her saatinde kaynatacak bir tencere bulur, en az 7-8 nüfuslu evin işlerini nasıl olup da yetiştirdiğinin sırrının aslında gece gündüz bu hiç bitmeyen faaliyetlerde olduğunu söylemezdi. Misal közlenmiş patlıcan kokusu, gece yarıları başlayan mutfak faaliyetlerinin sonucu, bir uykudan uyanma kokusudur benim için. Akşama rakının yanına olacak patlıcan salatasının közlenme işi, ana kraliçe tarafından ev ahalisi uyanmadan bitirilir, bana da suratımı ekşite ekşite uyanmak düşerdi.
Erkenden emekli olup evde kendine edindiği koltuğu mesken tutarak yaşamayı, dışarıdaki hayattan daha güvenli bulan bir dede; henüz evlenmemiş, yirmilerinin başında, evrenin bütün beyefendiliğini üzerinde toplamış bir dayı; ışıklı masasının üzerinde çizdiği halı desenleriyle 5-6 yaşındaki bir çocuk için masaldan fırlamış bir karakter gibi olan bir teyze ve akşam bendenizi görmeye gelen annem ve babamla çekirdeğini oluşturan bir aile… Konu komşusu, delisi akıllısıysa ayrı hesap.
Dedem, annem ve dayımın, annem işten gelir gelmez salondaki sehpa üzerine iki dakikada kurdukları çilingir sofraları hafızama kazınmış, hatırlamayı çok sevdiğim anılardandır. Azıcık peynir, mevsimine göre belki birkaç dilim kavun, belki elma, birer tek rakı… Çocuklar mutlu ortamları hemen hissederler. Unutmamam ve hatırlamayı hep sevmem bundandır. Neler konuşulurdu, ailenin gündemi neydi o günlerde, hiçbiri hafızamda yok. Tek bildiğim dışardan izlerken gördüğüm “baba, oğul ve kız” üçgeninin, o gün dışarda ne olmuş olursa olsun çok keyifli olduklarıydı.
Yıllar içinde içkiyle çok farklı tecrübeler yaşamış birçok insanla tanıştım. Benim yaşadığımın tersine çocukluğu bu konuda kötü hikayelerle dolu olan arkadaşlarımın içkiye mesafeli tavrını hep anladım. Onlara madalyonun bir de öbür yüzü olabileceğini gösterebilmenin mutluluğunu da yaşadım. Güzel olanın salt içki içmek değil, hoş sohbette, müziğe katık etmekte, daha çok gülümseyebilmekte olduğunu anlatabildim, daha da güzeli beraber yaşayabildik. İçkiyi, kendini ve tüm sevdiklerini harap edercesine içenler adına üzüldüm, güzel olabilecek bir şeyi ne kadar yanlış tarafından tuttukları için.
Şimdi birileri çıkmış diyor ki “yasak”! Ben istemezsem içemezsin, ben istemezsem yüzemezsin, ben istemezsem giyemezsin, ben istemezsem yazamazsın, ben istemezsem söyleyemezsin! İçine doğduğumuz hayatın talihsizliklerine üzülürüm. Babası alkolik olduğu için misal, içkiye mesafeli duran bir arkadaşımın yaşadıkları beni ancak üzer. Ama ufacık beyinleriyle padişahçılık oynamaya çalışan insanların hayatlarının darlığına olsa olsa acırım. Ve acımak, üzülmekten kesinlikle daha zavallı bir duygudur ve zavallılığı hissedene değil, hissettirene aittir.
YORUMLAR