Doğa değil, talancılık ölsün!

İki yıldır güney Ege’nin yağmura, buluta, fırtınaya bile aşık eden güdük kışlarının soğuk günlerini saymazsak fırsat bulduğum tüm sabahlarda kendimi attığım tek bir koy var. Altımda araba olsun olmasın, en kötüsü evimin önünden geçen bir minibüse atlamaya bakıyor gidişim. Sabretmem gereken tüm zaman on, bilemedin on beş dakika. Minibüs koya ulaşan son virajı da döndü mü gerisi tam bir deli mavi. Ayyaşlığa övgü başlığı altında cilt cilt kitap yazabilirsin. Ayyaşlık maviden, derinlikten, denizin dibinde büyüyen ağaçtan, ördeklerin yaygaracı sevimliliğinden, sabah güneşin, akşam ayın doğarken denizde yarattığı ışığın büyüsünden… “Mavinin sadece bir huy olduğundan emin miyiz, bağımlılık olmasın?” dedirten bir güzellik.


Bunları anlatmamın bir sebebi var. Doğanın göbeğinde bir yaşam kurmaya çalışalı beri gördüğüm tüm güzelliklerde hissettiğim tek bir duygu var. Sahip olmaya değil, ait olmaya çalışıyorum. Sahip olmanın içindeki tüketim deliliğini reddediyorum. Bir güzelliğin içinde kendime bir yaşam alanı yaratmaya çalışırken bile yıpratmamaya, bozmamaya, sahip-köle ilişkisi kurmamaya çalışıyorum. Hiçbir kediyi, köpeği, ağacı, çiçeği, denizi ‘benim’ yapmaya çalışmadan, bir arada yaşamanın tadını çıkartarak… Çünkü bu güzelliklerin hiçbiri sahip olunmayı hak etmiyor. Sahip olmakla kafayı bozmuş insan, vereceği değil alacağı varmış gibi davranıyor. Tüketmekten, yıpratmaktan, sömürmekten başka bir şey düşünmüyor, yapmıyor.


İşte yukarıda anlattığım, kalbimin, sabahlarımın, akşamlarımın, güneşe ve aya yüzüşlerimin, yürek ve göz sarhoşluklarımın merkezi bu güzel koy Kargı da böyle bir sahip olma deliliğinin kurbanı olmak üzere. Her yeri sit alanı olan bu koyun sağ kolunda denize uzanan olağanüstü tepenin tanımı değiştirilerek büyük gruplardan birine peşkeş çekildiği ve otel yapılacağı bilgisini ilk duyduğumda hissettiğim büyük bir öfke ve o öfkenin yarattığı beyin uyuşmasıydı.


Biz nasıl bir türüz böyle? İnsan türünün korkunçluğunun ötesinde nasıl bir toplumuz? Nedir bu talan kültürünün, beton seviciliğinin altında yatan güdü? Ev ve otel yapmaktan başka bildiğimiz bir şey var mı? Bu toplumun denizle, toprakla kurduğu tüm bağ manzara yaratmaktan ibaret. Güzel bir deniz mi var? Hemen deniz manzaralı evler yapılsın, kıyılar betona boğulsun! Bereketli topraklar mı var? Hemen dağ, bayır, orman manzaralı oteller dikilsin! Denizcilik ya da çiftçilik yapmakmış, denizin ve toprağın bereketinden yağmalamadan yararlanmakmış, betona tapmak varken lafı mı olur bunların?


Datça yarımadası Ege’de belki de talandan nispeten uzak kalmış tek bölge. İnanılmaz bir doğal güzelliğe ve çeşitliliğe sahip. Tüm bu doğal güzelliğinin bir sonucu olarak bin yıllardır pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış. Bu topraklarda nelerin, nasıl yaşandığını öğrenmek, insanların tarih boyu özgürlüğün, şifanın, sanatın, üretmenin peşinden nasıl yürümüş olduklarını görmek bile her gün bastığım toprağa, gördüğüm manzaraya daha bir saygıyla ve aşkla bakmama sebep olurken diğer yanda da böyle korkunç bir talana şahit olmak…


Deliriyorum, delirmeliyim, delirmeliyiz. Önce “Kafalarına koyduklarını nasılsa yapıyorlar, elden ne gelir” çaresizliğini bir köşeye tükürmeli, ondan sonra da alabildiğine yaygara koparmalıyız. Şehirleri zaten bitirdiler. İstanbul ortasına, sağına, soluna kocaman bir kuşun beton kusmasından farksız bir hal aldı. Diğer pek çok şehir TOKİ zihniyetinin tek tipleştirme anlayışıyla zevksiz bir aynılığın kurbanı. Peki hiç mi nefes alacak alanımız kalmasın? Bütün güzellikler ölsün mü? Ben oyumu bu insanlığın ölmesinden yana kullanıyorum!

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.