Köyüne, kasabana teşekkür etmek!

Güneş milyonlarca yıldır doğuyor olabilir ama sadece iki seneye yakın zamandır her sabah gözümün içine doğuyor. Öyle bir doğuyor ki üstelik istersen uyanma! O mucizeyi kaçırmaya kıyamazsın. “Sanki göklerin pencereleri açılıyormuş gibi tanyeri uyandı” diyor Halikarnas Balıkçısı buna. Coğrafya edebiyatı böyle şaha kaldırıyor.


İnsanın yaşadığı yerle daha da bütünleşmesi için orayı herşeyiyle hayatına geçirmesi gerek. Bu da en çok üreterek mümkün. Yemek, içmek, sofralar kurmak, etinden, sütünden, denizinden, toprağından, havasından yararlanmak pek güzel ama benim evin tepesindeki bulutlardan birinde kıymetli bir arkadaşımın sorusu asılı bu ara: Peki sen burası için ne yaptın? Kaçamak birkaç cümle haricinde verecek çok da esaslı bir cevabım yok. Olmalı.


İşte Halikarnas Balıkçısı bu yüzden çok kıymetli. Coğrafyanın, her bir hücresine teker teker nüfus ederek yeniden doğurduğu bir insan örneği. Bodrum’u Bodrum yapan kişi olduğundan bahsedilir de Bodrum ona neler yapmış asıl. “Sanki göklerin pencereleri açılıyormuş gibi tanyeri uyandı” cümlesini kurduran, bir adamın içinde baştan başa bir edebiyat yaratan o gökler, o deniz, o kıyılar değil de nedir peki? Bodrum’dan aldıklarını vermesini bilmiş Bodrum’a. Yıllar yılı çiğne çiğne bitmeyen bir sakız gibi “Havası pek güzel, denizi mis, sebzesi meyvesi de pek taze” cümleleriyle bazen kendimden sıkılmama bile sebep olan o şehirli edebiyatını devam ettirmemiş. O bir eşikse geçmiş o eşiği. Bir noktadan sonra hayat Bodrum olmuş, Bodrum hayat…


İnsanın, önüne gelen her yemekte masanın kenarında bekleyen kediyle/köpekle de lokmasını paylaşması gibi “doğanın payını da vermek gerek!” Sadece tüketen değil, üreten de olmak gerek. Sömürerek değil, paylaşarak, çoğaltarak üretmek gerek üstelik. Yazmak, yaşanılan yerlerin kaybolmaya yüz tutmuş hikayelerini, alışkanlıklarını, kültürünü kayda geçirmek, sanat yapmak, denizin, toprağın, havanın verdiği ilhamı taşa, tuvale, seramiğe, kile, çamura işlemek…


Merak en güçlü harekete geçiricilerden biri. Çok fazla kendi odaklı yaşamaya başladı mı insan, kaybediyor hayata karşı enerjisini. Benim sağlığım, benim işim, benim param, benim evim, benim arkadaşım, benim aşkım, benim bahçem… Ben’de boğulmak yerine Biz’de yüzmek de mümkün. Merak ve merakın sonrasında gelen bilgilerle zenginleşiyor insan.


Ben yazdığım tüm bu sorularla dolanadurayım Datça’ya dair gözden kaçırmış olduğum harika bir kaynakla karşılaştım bu günlerde. “Zamanın Sesi/Datça Manileri” kitabı. Yazarı Nihat Akkaraca da Cevat Şakir misali, bu topraklardan aldıklarını sadece tüketmekle yetinmemiş, doğduğu büyüdüğü yerlerin kaybolmaya yüz tutmuş bu güzel kültürel özelliğini kayda geçirmiş.


“Maniler, Datça’nın bir zamanlar var olan tüm renklerini yansıtan, Datça halkının kederlerini, şenliklerini, dertlerini, düğünlerini, aşklarını ve kavgalarını anlatan seslerdir” diyor kitabın önsözünde. Eserin güzel olan tarafı şu ki sadece maniler yok, her maniyi bizzat maniyi söyleyen ya da söylendiği köyde yaşayan insanlardan dinlemiş ve hikayeleriyle birlikte kaleme almış. O hikayelerini de okuduktan sonra iyice anlam kazanıyor manilerin her biri.


Nihat Akkaraca da bırakıp gitmiş çok sevdiği Datça’yı, Cevat Şakir’in ve daha nicesinin yurduna. Lakin bir insan sadece tüketmeyip ürettiyse, bir değer kattıysa hayata dair, böyle yaşıyor işte sonsuza kadar. “Çok az insan kendi memleketine, köyüne, kasabasına onun gibi teşekkür etmiştir, edebilmiştir” diye anılmak ne mutlu! Eksin olmasınlar!

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.