Yaşım "çocuk"!
“Severdi sabaha pencere açmayı” diyor Yürümek romanında Sevgi Soysal. Sadelikte nasıl bir güç saklı, bir bunu düşünüyorum, bir de ‘pencere açma’nın nasıl güçlü bir metafor olduğunu. Penceresi olmayan binaların penceresiz insanlar yaratmasına şaşmak mümkün mü? Penceresiz insanlarınsa ışıksız ve susuz kalıp solmasına?
Hareket en güzel pencere açma yöntemlerinden biri sanırım. Hep durduğun yerde, çevreyi gördüğün alanda kalmamak, bazen karşı kıyıdan, bazen başka bir kıtadan, bazense sadece başka bir evin içinden olana bitene bakmak, hayata açılan en geniş pencere. Geçen hafta yaptığım birkaç günlük ufak bir güney yolculuğu bile yepyeni pencereler açmak bir yana, olan pencereleri de parlattı.
Yaşadığım yeri sevme sebeplerimden biri kendi güzelliklerine ek, güzel olan pek çok yere olan yakınlığı. Bir iki saatlik bir araba yolculuğuyla bir cennetten çıkıp başka bir cennete ulaşmak mümkün. Coğrafyanın kendisi her adımda hareketi fısıldıyor. Bu hareketin en güzel duraklarından biriydi Göcek. Yamacın en dibine kurulmuş, ne yazıktır ki Ege’nin pek çok yerinde görülen biçimsiz yapılaşmaya mahkum olmamış, ufacık bir sahil kasabası… Buralara dair pek çok güzelliğin sırrının yaz harici mevsimlerde gezmek olduğunu keşfedecek kadar zamanım geçti güney Ege’de. Kalabalıklar pek çok güzelliğin üzerini örtüyor. Güneşin pasparlak ışığıyla aydınlattığı bir ışıltıya tav oluyor herkes. Bundan çok daha fazlası olduğunuysa kalabalıklar çekilip güneş makul bir ısıya geldiğinde anlıyor insan.
Göcek iki üç günde bile pek çok güzel an bırakarak arkamda kaldı. Lakin en güzel pencere, sınırlarından içeri girmemden çok kısa bir süre sonra sokaklarında yürürken açmış olduğuydu. İki katlı ufak bir ilköğretim okulunun çıkış zilinin çalmasıyla, Ocak ayında bahardan kalma bir günde bütün çocuklar sırtlarında çantaları, güle oynaya söyleye dağılmaya başladılar okuldan. Tek bir yere. Okulun hemen yanındaki açık alana kurulmuş bisiklet parkına. O cıvıltılara, neşeye, teker teker bisikletlerini kilitlerinden söken çocukların gülümsemelerine şahit olmak en aydınlık pencereydi sabaha açılan. Bir anne geldi bisikletiyle misal, çocuğunun çantasını bisikletin önündeki sepete, çocuğunuysa arkasına oturttu ve birlikte uzaklaştılar güle oynaya. Diğer çocuklardan birkaçı yarışa başladılar bisikletleriyle.
Tüm bunları izlerken yaşadığım tarifsiz coşkudan dolayı kendime acımam gerektiği geçti içimden bir süre sonra. Olması gerekendi aslında şahit olduğum. Yaşını yaşaması gereken bir çocuğun çocukluk hallerini görünce böylesine heyecanlanacak hale ne getirdi bizleri? Yanlış olanın doğru olduğuna nasıl inandık? Çocukların çocuk olduklarını unutmaları, dört duvar arasına, sınav kağıtlarına, bitmeyen derslere, tükenmeyen ödevlere hapsolmaları gerektiğini kim belletti bizlere? Çocukluğunu özgürce, ‘çocukça’ yaşamayan bir insanın yetişkinliğinden nasıl medet umabilirdik ki?
Anne değilim ben. Yetişmesiyle ilgili sorumluluk sahibi olduğum bir çocuğum yok. Olsaydı elbet ben de iyi bir eğitim almasını, güzel okullarda okumasını, başarılı olmasını isterdim. Lakin kayıtsız şartsız değil. Çocukluğunu ondan alarak değil. Çünkü ben herşeyden önce çocuğumu mutlu görmek isterdim. Neşesi içine kaçmamış, gülen, söyleyen, koşan, düşen, yuvarlanan, hayvanı da, çiçeği de, böceği de yaşayarak öğrenen, pencereleri sonuna kadar açık olan, yaşını yaşında yaşayan bir çocuğum olmasını isterdim. Bir sınav varsa öncelikle verilmesi gereken, eğitim sisteminin berbat işleyişinin yarattığı sınavlar değil, bu olduğunu düşünüyorum. Bir kurtuluş varsa aranması gereken belki de yaşını yaşayabilen çocuklar yetiştirmekten geçiyordur.
YORUMLAR