Yazıya değil, ömrüme başlık buldum!

Susmayı en sevdiğim anlardan biri, işini çok seven iki deniz insanın yıllar ve hatıralar dolu sohbetinde dinleyici olduğum an. Gözlerim bir tenis maçı izler gibi bir ona, bir ona kayıyor. Sohbetin her ânı bilgi, macera, kahkaha ve tutku dolu. Yaptığı işe ve denize duyulan tutku… Bir tarafta, deniz yıllarının çoğu tehlikelerle dolu süngercilikle geçen, yaşını almış, biraz yorgun bir beden, diğer tarafta bir seferde 17-18 metreye tüpsüz dalıp, derinlerde balıklarla girdiği mücadeleleri iştahla anlatan genç, dinamik ve hala heyecan dolu beden. ‘Tecrübe’ konuşurken ‘taze heyecan’ birikime özenle bakıyor; ‘heyecan’ konuşurken de ‘tecrübe’, artık uzağında kalmış olduğu o coşkuyu özlüyor. Ama temelde bir şey hep aynı: hayatta en azından bir şeye tutkuyla, gönülden bağlı olmak. Sırf bu nedenle ne kadar özel olduklarını söylemek için bile girmiyorum sohbetlerinin arasına. Öyle güzel gidip geliyor ki cümleler, kesersem suskunlaşıp içlerine dönmelerinden korkuyorum.


Tek bir şeyin üzüntüsü kaplıyor içimi: bazı insanların yazmıyor olması ne acı. Ne bilgiler, ne hayatlar sözün uçuculuğunda kaybolup gidiveriyor. Kelimelerle arası iyi olsun olmasın yazmalı insan. Önemli olan yazıdan kalacak olan. Gün gelir elbet kelimelerle sevgili biri çıkar, gerekiyorsa yazının façasını da düzeltir. Sonuçta herkesin bir Cevat Şakir, nam-ı diyar Halikarnas Balıkçısı olacak hali yok ya?


Bu sene eşe dosta yazdığım tüm yılbaşı kartlarına damgasını vurdu Cevat Şakir. Günlerdir okuduğum öykü ve romanlarından üzerime bulaşan yaşam coşkusu, hayatı lezzetlendirmedeki becerisi, güneşten, aydan, denizden, topraktan aldığı haz, eşe dosta da bulaşsın istedim. Acılardan, üzüntüden, hüzünden zaten kaçış yok, bari bunlarla hayat nasıl çeşnilendirilir, bir kılavuz olsun istedim. Çünkü o, bir ömür yazdıklarından öğrenileceklerin bitmeyeceğini düşündüğüm isimlerden…


Bir dilek dileyeceksem misal bir sevdiğim için “Balıkçı’nın yaşam gözlüğünden edinmesini” dilerim en çok. Öyle bir gözlük ki, insana sıklıkla gördüğü bir ay doğuşu için şu satırları yazdırıyor:


“Yıldızlar sağanak sağanak doğuyorlardı. Gök de deniz gibi bir parıltı deryası oldu. Doğu ağardı, ay doğdu. Gecenin gece denecek yeri kalmadı. Bu başka bir gündüzdü. Ama her günkü dünyanın değil, başka bir evrenin gündüzü.”


Ve ben de şimdi gecenin bir vakti oturmuş, tam da Balıkçı’nın “bulutlar ardından görünen yeni ay sanki ay değildi de dudakla sezilen bir gülümseyişti” deyişindeki gibi bir hilal varkentepede, bu yazıyı yazıyorum. Kafamda tüm bir hafta ama özellikle de bu akşam yaşadıklarım. Konuşmalar, insanlar, sohbetler, özlemler… Playlist’imde uzun zamandır arkalarda kalmış bir şarkı resmen atıyor kendini öne. Jason Mraz’ın Kore konserinden “I’m Yours” şarkısının kaydı. Birini, bir gün giderse özleyeceğiniz kadar çok seviyorsanız, bugün, yani özleme aşamasında değil, sevme aşamasında bu şarkıyı söyleyin ona. Aslında JasonMraz kadar iyi söyleyememeniz muhtemel, en iyisi dinletin. Günde en az bir kere de kendiniz için dinleyin, iyi geliyor. Diplomalı psikologlardan özür diliyorum, bilimsel bir tarafı da olmayabilir ama günün birinde depresyona girecek olursam, paramı psikologlara değil, müziğe yatırmayı tercih edeceğim. Ya da şu şarkının bende yarattığı etkiyi yaratabilecek psikolog bir adım öne çıksın lütfen!


Özlem dedim, deniz dedim, Cevat Şakir dedim, olanlar bitenler dedim ama koca bir haftadan bende asıl kalan, bu akşam aynı sofrayı paylaştığım, yeni kaybettiği yirmi küsur yıllık eşini çok özleyen bir adamın sözleriydi. Bıçakla kazındı içime. “Bundan sonra daha çok gezeceğim. O, giderken hiçbir şey götürmedi.”


Bunu başlık mı etmeli ömrümüze?

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.