Şiddetin döngüsünü sonlandırmak için…

Yeni yıla yeni başlangıç ve umutlarla merhaba.

Yeni demişken, umut demişken, yeni yılın ilk yazıma; kadınlara yönelik siddet döngüsü son bulsun çağrısıyla başlamak istedim.

Çünkü biliriz ki kadın hayattır. Biliriz ki kadın yaşamın mayasıdır.

O maya ki özü neyse kendisine dönüşen, olan, doğurandır, anadır. O nedenle ‘kadını’ yok saymak, yaşamın denklemini yok saymak demektir.

O nedenle medyada, kendini tekrarlayan ‘şiddet döngüsüne’ ve ‘kadının temsili sorunsalına’ dikkat çekelim istedim.

2020 yılın son ayında akademisyen Aylin Sözer’in öldürülmesi haberiyle sarsıldık. Çok üzgünüm. Nurlar içinde uyusun. Yazıma ‘trajedik’ bir söylemle değil ‘sorunun nedenleri ve çözümüne’ odaklı bir içerikle devam etmek istiyorum.

Önce, sonra ve her zaman “eğitim” diyorum. Biliyoruz ki; kadına yönelik eril bakış açısının son bulması için önce, sonra, her zaman eğitim.


Evde, okulda, küçük yaştan itibaren evde ve kamusal alanda kadın ve erkeğin eşit temsil ve eşit haklara sahip olduğunun öğretilmesi gerekiyor.

Kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu bilinciyle yetişen erkeklerin olduğu bir dünya olmalı.

Ve bir başka boyut. “Medyanın sorumluluğu”

Araştırmalar gösteriyor ki; medya ‘kadına yönelik şiddet’ haberlerin sunumunda özeleştiri yapmak durumunda.


Haberler benzer nitelikte. ‘Öldürülen kadın’ üzerine kurgulanmış bir şekilde ‚‘dramatize‘ bir dille anlatılmaya devam ediliyor. “Öznesi kadın” olan haberleri, yalnızca ‘kriminal’ bir adliye vakası olarak tanımlayan retorik bir dil, ‘trajedi’ üzerine kurgulanmış içerikli haberlerin başlıkları, spotları, hatta KJ’leri o kadar birbirlerine benzer ki.



Haber ; ‘talihsiz kadın”, “genç kadın”, “erkek arkadaşı mıydı değil miydi” tartışmasının ötesine gitmiyor.


Hak edilmedik bir şekilde bir hayata son verilmişti.“Şiddet uygulayan ya da cinayeti işleyen fail kimdir? Falin bir sağlık sorunu var mıydı? Şiddet eğilimi mevcut mu? Kadın bir destek talep etmiş miydi? Bir koruma kararı var mıydı? Koruma kararına ilişkin yargı süreci vs. nasıl işlemişti? Yasal düzenlemeler yeterli mi. İlgili kurumlar konuya nasıl bir çözüm sunuyor?” gibi sorulara yanıt arayan haberlerin olması beklenmeli. Trajedi üzerine kurgulanmış değil, konunun çözümüne yönelik habercilik yaklaşımı önemsenmelidir.


O nedenle ilk yazımın konusu ‘kadınlar’ olsun İstedim. Eril tahakküm altında gölgede kalan kalan ıssız kalan kadınları konuşalım istedim. Biliriz ki; kadını yok sayan eril tahakkümün hoyratlığı insanlık tarihi kadar eski olsa, yıllara meydan okurcasına kendini yenilemeye devam ediyor.


Öyle bir tahakkümdür ki kendini tekrar edecek bir araç bulmakta ise sorun yaşamaz. Kadını ötekileştiren toplumsal önyargılar, cinsiyetçi kalıplar; modern çağın hediyesi olan kitle iletişim araçlarıyla defalarca üretilir, dolaşıma girerek yinelenir.


Dolayısıyla bu noktada medyanın sorumluluğunu hatırlatalım istedim. Peki, kitle iletişim araçları ne yapar eril yansımalarda gölgede kalan kadınlara?


Medya, cinsiyetçi mitlerin’, eril dilin yeniden üretiminde ‘özeleştiri’ yapmalı mıdır?


Oysaki görevi; gerçek, güncel, doğrulanmış enformasyonu objektif ve tarafsız olarak kamuoyuna aktarmada ataerkil söylemin dolaşıma girmesinde sorumlu değil midir? Gücü elinde bulunduran bu mitler kadını ötekileştirmektedir.


Öyle ki; öldürülen şiddete uğrayan kadınların özne olduğu haberlerde, sorunun çözümüne odaklı habercilik yerine ‘ şiddete maruz kalan kadınların fotoğraf boyutlarının failin fotoğraf boyutundan daha fazla verildiği, bazen hiç verilmediğini söylemek mümkün. Öldürülen kadının ‘kurban’ olarak gösterilmesi, konunun yalnızca kriminal bir adli vaka olarak sunulması, cinayetin nasıl işlendiğine ilişkin tüm detayları ‘mahremiyetini’ yok sayarak” verildiğini söylemek mümkün.


Özellikle görsel medyada evrensel gazetecilik ilkelerini göz ardı eden öznesi kadın olan şiddet, cinayet içerikli haberleri, “trajedik efekt, ses, görüntüler kullanılarak, ‘dramitez edillmiş bir sunum, trajedik bir söylemle’ aktaran ve kendini tekrarlayan bir döngü mevcut.


Ve maalesef, 2020 yılının Aralık ayında bir kadın, bir akademisyen Aylin Sözer’in öldürülmesi, benzer sorunsallar döngüsü içinde kendini tekrarlayarak aktarıldı kamuoyuna. İlgili olaya ilişkin bazı haberler, ‘trajedi’, salt ‘adli bir vaka’ üzerine kurgulanmış bir söylemle, ölen bir yaşamın ‘mahremiyetini ihlal eden’ detaylara vurgu yaparak, etik olmayan bir tutumla aktarılmış. Ve elbette; en önemli unsur yok sayılarak, failin kim olduğu, konunun sosyolojik nedenleri ve hukuki boyutu, sorunun çözümüne ilişkin görüş ve önerilerin sunulmadığı ideolojik bir söylemle ‘şiddet’, ‘cinayet’ bir kez daha meşrulaştırılmıştır.


Özetle; görevi kamu yararı taşıyan bir olayı evrensel gazetecilik ilkeleri gereği aktarmak olan yazılı ve görsel medyada ‘şiddet’ olgusu, erkeğin kadından daha güçlü olduğuna vurgu yapan içerik üzerine kurgulanmaya devam edilmekte. Dolayısıyla kadınlar doğaları gereği; mağdur, kurban, ezilen, edilgen, ideal kadın stereotipileriyle, öteki olarak tanımlanmakta erkekler ise fail, saldırgan, güç kullanan kavramlarla defalarca tekrarlanmaktadır.


Dolayısıyla, kadın ve erkek arasındaki farklılığı bir karşıtlık çerçevesinde tasarlamakta, şiddet olgusu, erkeklerin yöneltebileceği bir eylem adeta kutsanarak tanımlanmaktadır.


İşte o nedenle; medyanın sorumluğu kadar bir başka konuya dikkat çekmek istiyorum. “Önce eğitim” diyorum. Biliyoruz ki; kadına yönelik eril bakış açısının son bulması için önce, sonra, her zaman eğitim. Evde, okulda, küçük yaştan itibaren evde ve kamusal alanda kadın ve erkeğin eşit temsil ve eşit haklara sahip olduğunun öğretilmesi gerekiyor. Bu hakkın bir lütuf olmadığını özümseyen, kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu bilinciyle yetişen erkeklerin olduğu bir dünya olması dileğiyle.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.