Yaşamı ve ölümü onurlandırmak

İstanbul’da yaşadım kısacık bir süre. 9 ay kadar. Kadıköy’de eski, yeşil bir mahallede, küçük bir çocuk parkının iki blok ötesinde oturuyorduk. Her yere yürüyordum. Sahile, Cadde’ye. Cemre’yi sırtıma takıp yürüyordum. Eğer taşıt kullanmak zorunda değilsen ve küçük bir kasabadaymışçasına yaşayabiliyorsan İstanbul masal gibi bir yer olabiliyor sanırım.


Cemre 14-15 aylıkken yolda ölü bir kuş ile karşılaşmıştık. Bana işaret edip ne olduğunu sormuştu merakla. Dikkatini dağıtıp denizdeki dalgaları işaret etmiştim. O unuttu ama ben o sırada hissettiğim paniği ve sonrasında yaşadığım kafa karışıklığını hatırlıyorum. Ona “ölüm” demekten korktuğumu ilk defa o zaman fark etmiştim.


O anki duygularımın biraz üzerine gidince bir anne olarak çocuğumun karşılaşmasından en çok korktuğum şeylerin, henüz anlayıp içselleştiremediğim kavramlar, kendime açıklayamadığım, yüzleşemediğim yahut baş edemediğim duygular, iyileştiremediğim yaralar olduğunu anladım. Kendi duygularınız içinizde hala canlı iken, canınızı yakan şey 7-8 yaşlarındayken bile başınıza gelmiş olsa, çocuğunuza anlatmak zordur. Onu benzer bir acıyı/üzüntüyü/kafa karışıklığını/dışlanmışlığı/aşağılanmayı/değersizliği yaşarken düşünmek ya da... Şifalandığınız yaralarınızdan, duymayı, anlamayı öğrendiğiniz duygularınızdan, baş etmeyi öğrendiğiniz durumlardan korkmazsınız. Çünkü onu aşabileceğini bilirsiniz, zamanla geçeceğini. Ya da ona nasıl yardım edebileceğinizi, ne diyebileceğinizi…


"Güzelce ölmek"


Bir müddet ölüm kavramı ve kendi korkum etrafında oyalandıktan sonra kurban bayramı öncesi çıkan yazıları düşünmüştüm, çocuklara “ölüm” gibi soyut kavramlardan 7 yaşından önce bahsetmemeyi, onları karşılaştırmamayı salık veren yazıları. Hatırlıyorum; kafam karışmıştı. Köylerdeki çocukları izlemiştim bir süre. Onların doğadaki ölümle, insanın beslenmek için öldürmesiyle olan barışıklığını gözlemlemiştim. Bir şey eksikti şehirde… Öyle hissetmiştim.


Cemre 1,5 yaş civarındaydı ben ölümle halleştiğimde; yaşamla birliğini, döngüsünü içselleştirip çok sevdiklerimin ölümlerinin yasını ve yaşamlarına, ortak anılarımıza duyduğum şükranı yaşamaya izin verdiğimde… İşte tam ondan sonraydı kızıma “ölüm” diyebilmem. Ölümü yaşamımın içine kabul edebilmem. Ölen her şeyi daha iyi görebilmem. Ölüm baktığım her yerdeydi artık.


Ölmüş yaprakları topladık birlikte zaman zaman. Baharda açan çiçeklerin yaşlandığını ve öldüğünü ve dönüştüğünü gördük. Buzdolabımızda ölmüş, çürüyen besinleri ayıkladık. Sevdiğimiz bazı hayvanların ölümlerine şahitlik ettik. 3-4 civciv, bir de sincabı ölü bedeninin dönüşmesi için toprakla örttük. Birçok hayvanın ve insanın beslenmek için öldürdüğünü konuştuk. Toprağın ölmüş olanı nasıl dönüştürdüğünü de. Bedenimizde ölen hücrelerin yerini nasıl yenilerinin aldığını derimizin döküntülerinden öğrendik. Fikirlerin, inançların bile ölebileceğini kavradık zaman geçtikçe. Özellikle arazimizi aldıktan sonra ölüme şahitlik ve hatta eşlik etmeyi daha sık ve yakından deneyimledik. Ölü bulduğumuz hayvanları gömerken varlıklarına duyduğumuz şükranı dile getirdik, yaşamlarımıza, arazimize kattıkları için teşekkür ettik ve yaşamlarını onurlandırdık. Ölümlerini de. Toplayarak/keserek yaşamlarına son verdiğimiz otlar/ağaçlar için toprağa ve ot öbeğine/ağaca teşekkür ettik, yemeden önce bize dönüştükleri için duyduğumuz şükranı dile getirdik. Beslenmek için kestiğimiz hayvanları sevgi ve şükran ile sakinleştirdik, yaşamlarını onurlandırdık, ölümlerine şahitlik ettik. Onların ölümlerine eşlik etmek bizi ne için bir yaşama son vereceğimiz üzerine düşünmeye sevk etti. Ve ne kadar öldürmemiz gerektiğine. O yüzden araziden bir bitki türü toplarken o türün varlığını sürdürebilmesi, toprağın çeşitliliğini koruyabilmesi için toplamamıza arazimizce izin verilen miktarı “sezmeye, anlamaya” başladık.


Ölen her şey dönüşüyordu. Toprağa, havaya, suya ve yaşama karışıyordu. Toprak gibi, bedenlerimiz de daha önce ölmüş olan her şeyden oluşuyordu*. Ve toprak, daha önce ölmüş olanla bizi “yeniden” besliyordu. Hepimizi daha önce var olmuş her şey ile “bir" yapıyordu. Bütün bu döngü öyle sessiz ama öyle somut bir biçimde vuku buluyordu ki etrafımızda… Uzun zamandır ölümün soyut bir kavram olduğundan oldukça şüpheliyim.


Sonra bir gün çok sevdiğim bir arkadaşım babası vefat etti. Cemre ile beraber katıldık cenazesine. Yası “gördük” -öyle soyut ve uçucu değil, elle tutulur ve ağır bir duygudur zira o; görülebilir. Akşam cenaze evinde yapılan kah hüzünlü kah neşeli sohbette, ölen kişinin yalnız toprağa değil aynı zamanda kalplerde, akıllarda kalacak anılara dönüştüğünü duyduk. Yaşama devam edenlerden bazılarının deneyimlerindeki mihenk taşıydı o güzel babanın varlığı. Bu anılar ve etkileri, çocuklarından, torunlarına ve onların da çocuklarına taşınacaktı. Aynı toprak gibiydi demek insan da… Öleni alıyor, kalplerde sevgiyle, özlemle, yas ve şükranla dönüştürüyor ve sonra geleceği onunla besliyordu.


Yakın zamanda yaşadığım düşük


Yaşam ve ölüm döngüsünü izlemek yaşamı ve ölümü onurlandırmayı, şükran duygusunu kattı hayatımıza. Hem de oldukça güçlü bir biçimde. Çünkü ölümü anlamak, fark etmek, kabul etmek yaşamını daha farklı görmeni sağlıyor pek çok açıdan. Daha çok “şimdi"de olmaya başlıyor insan. Erteleme davranışı azalıyor. İçinde canlı olanla daha çok bağlantıda oluyorsun.


Geçmişimi daha çok seviyorum mesela. Onurlandırıyorum onu. Ne güzel yaşadım diyorum. Ne güzel yürüdüm onca yolu. Ne çok güldüm, ne çok ağladım, ne kadar çok duygu hissettim içimde. Oh! Yaşam! Sana teşekkür ederim.


Ölümü içselleştirmek, yaşamının içine kabul etmek ölüm korkusuna da iyi geliyor hem. Ben böyle bir şey de deneyimledim diyebilirim en azından. Pek korkuyorum denemez şimdilerde ölümden. Yaşamımı onurlandırdıkça, her günü içime çeke çeke yaşadıkça geçiverdi korkum. Artık ölümü eksik kalmışlık ya da başarısızlık olarak görmüyorum. Sadece kızımın büyüdüğünü görmek istediğimi itiraf ediyorum. Ama bu olmazsa onun için korkmuyorum. Yasın ardında gizlenmiş yolu bulacağını biliyorum. Ben buldum.


Ona mirasım yaşamı ve ölümü onurlandırmak olsun. İçinde canlı olanı doya doya yaşamak. Yaşamın ve de ölümün her veçhesinin içinden akmasına izin vermek. Her anın ne kadar da “tam" olduğunu bilmesini istiyorum. Bu yüzden bazı geceler o günün hissettiğim her duyguyla ne kadar muhteşem ve “tam” olduğunu ona söylemeyi unutmuyorum. Ne kadar güzel yaşadım o günü, dünü ve ondan öncekileri… Yarın ne getirecek bilinmez ama ben içimde görevini tamamlamış olanın ölümüne şahitlik ediyor, gitmesi gerekenin yasını tutuyor, yaşamıma şükranla sarılıyor ve yeni doğan günü kucaklıyorum.


*Stephen Jenkinson'dan ilhamla. Kendisine sonsuz şükran...

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.