İyileşme Günlükleri - 6
18 Temmuz '16
İnsanın bütün renklerini, tepkilerini ve davranışlarını "kişinin güçlü ve zayıf yönleri" olarak ikiye, karakterlerini ise dörde, beşe ya da dokuza ayırmayı başarabilen kişisel gelişim kitaplarından biriyle tanıştığımda 14 -15 yaşlarındaydım. Her nasılsa kitaplığıma girmişti. O dönem her bakımdan zorlayıcı bir ergenlik geçiriyordum ve herkes benim kim olduğum (daha doğrusu kim olmam gerektiğime) dair yorum yapıyordu. İyi mi yoksa kötü mü olduğum kişiden kişiye, onların beklentilerine göre değişiyordu, güçlü mü yoksa zayıf mı olduğum da. Karmakarışık oluyor, sıkışıyordum.
Kafa karışıklıklarıma, ergenlikte içimde yükselen öfkenin kabul görmeyişine çare olur da değişirim belki diye gitti elim kitaplıktaki kitaba; "Kişiliğinizi Tanıyın"a. Okudum, notlar aldım. Kendimi, davranışlarımı iyi ve kötü/güçlü ve zayıf diye ikiye ayırdım. Nasıl davranmam gerektiğini ezberlemeye insanları davranışları üzerinden değerlendirip, yargılamaya başladım. Ceplerimle, cüzdanımda "hata" listeleriyle gezmeye başladım sonra; "bugün bunu yanlış yaptım, şöyle yapmalıydım..."
Liste hiç azalmıyor, her gün iki üç madde ekleniyordu ve ben bir türlü değişemiyordum. Bir yerde öfkemi bastırsam, öte yerde patlıyordum. Bir yerde güçlensem, öte yerde yine zayıflıyordum. Duygulara, ihtiyaçlara değil de sadece davranışlara odaklanan, insanı topyekûn bu pencereden okuyup, etiketlerin kalıplarına tıkıştıran bu "davranışçı" yaklaşım bütün yaralarıma tuz basmıştı sanki. "Hata"larım çoğaldıkça ve kimi zaman davranışlarım değişse bile kabul göremedikçe bende bir sorun olduğuna dair inancım güçlenmeye başladı. İşin içinden çıkamadım.
Herhangi bir nedenden dolayı kendini zayıf, güçsüz, yanlış, eksik bulup da değişmek isteyen çoğu kişi yapıyor bunu kendine. Davranışı üzerinden kendini yargılıyor ve onu değiştirmeye çalışıyor. Tepkilerinin durumsallığını, anlık tetiklenmelerinin kaynağını, davranışın ardındaki duygu, inanç ve o inancın içinde açtığı yaraları düşünmüyor pek. Ya kendi kendini ya da tetiklenmesine sebep olan bir başka kişiyi yargılayıp, acıtmaktan konu oralara pek gelemiyor. Davranışımızın ardındaki duyguyu/ihtiyacı ve o duyguya neden olan düşünceyi/inancı fark edip, kendimizle kurduğumuz ilişkiyi yeniden kurgulamadıkça çözülmüyor sorun aslında.
Mevcut kültürü, insan ilişkilerini davranışçı modeller üzerine kurguladık. Okulda, sosyal hayatta, ebeveyn- çocuk ilişkilerinde bu hep böyle. Duyguları ve kişilerin özgün nedenlerine merak duymuyor sadece davranışları değiştirmeye çalışıyoruz. Çocuklarımıza cezalar veriyor, mola minderlerine oturtuyor, sevdikleri şeyleri ellerinden alarak davranışlarını kontrol etmek istiyoruz. İş hayatında davranışlarımızı üzerimize takım elbise gibi giyiniyor, içtenlikten ve samimiyetten uzak ilişkilere mahkum oluyoruz. Dolayısı ile sürecimiz boyunca kendimizi de davranıştan ibaret görmemiz şaşırtıcı gelmiyor bana pek.
Kendini etiketlemek/yargılamak; güçlü, zayıf, iyi ve kötü olarak görmek çok fazla şeye eklemlenmiş içimde. Sosyal kaygılara, kültürün bel kemiği karşılıklılık ilkesine (böyle olursan kabul görürsün, şunu yaparsan sevilirsin), "başarı" kavramına ve daha da derinlerde kişisel birçok başka deneyime. Kendimi karşılaştırmışım hep davranışlarına bakıp "güçlü, sevilen, popüler" olabilen insanlarla.
Kendi yolculuğumda beni en çok rahatlatan şey bunları fark etmekti galiba. Benim, dolayısı ile aslında herkesin "o an elinden gelenin en iyisini yaptığını" bilmekti. Hata değil, "tetiklenme"ydi. İçimde her türlü duyguya yer vardı ve tepkilerim durumsaldı. Kendimi anlamak, sonrasında kendimi anlatmanın içten ve dürüst bir ifadesini bulmak için bir fırsattı. Kendimi yargılamayı değil, anlamayı seçtiğimde tepkilerim, davranışlarım da değişiyordu. Korkum ortadan kalktığında yalan söylemiyordum mesela... Ben yaralarıma, kendime şefkat duydukça yeniden şekilleniyordu kendime dair inançlarım ve öz'le kurduğum ilişki.
Bazen - özellikle de nedenini anlayamadığım ani öfke patlamalarımda doğrudan bir davranışımı ya da tepkimi değiştirmem de gerekti. Ancak kendimi ya da tepkimi kötü diye etiketlemeden, üzerimde baskı kurmadan, baştan alabileceğimi hatırlamak daha kolay oluyordu. Çünkü insan kendini yargılayıp, suçladığında vicdan azabı işleri her zaman daha da zorlaştırıyordu. "İçimde bir yere dokundu ve tetiklendim" diyerek durumun kabulü ise davranışının sorumluluğunu alıp, ilişkinin onarılmasına daha kolay yer açıyordu.
YORUMLAR