Sözlü yaralamalar
İletişim gezegeni Merkür’ün gerilediği şu dönemde ağzımızdan çıkan sözlere özellikle daha fazla dikkat etmemiz gerektiği her bir kaynakta yazadursun, fıkır fıkır kaynayıp da taşan duygularına yenilenler Merkür falan tanımıyor sanırım bugünlerde. “Sözlü yaralanmalar”da artış var son zamanlarda.
Belki de bazen en hoyratca kullandığımız şeyler sözler. Düşünmeden, tartmadan, sakınmadan, aklımıza estiği gibi konuşuyoruz bazen. Sonunu düşünmeden söylenen sıfatlar, yargılayıcı ifadeler ya da “biriktirilmiş” toksik duygular yüreği derinden yaralayacak güçte olabiliyor. Bir öfke anında, fevri bir davranışla köprüleri yıkmalar kolaylaşıyor. Eskilerin “boğaz dokuz boğum” sözü unutulup hiç filtreden geçirmeden, karşı tarafa bırakacağı izler dikkate alınmadan sözler sarf ediliyor. Geriye alınması mümkün olmayan kırıcı sözer bir de yazıya dökülmüş ise hasar daha da kalıcı oluyor. Günlerce defalarca okunması söz konusu olduğu için açılan yaraların kabuk bağlaması daha da zorlaşıyor... Atalarımız demiş ya: ”Söz var gelir geçer, söz var deler geçer.”
Aslında ne yazık değil mi? Şu kısacık ömrümüzde sevgi olsa odak noktamız ve ondan öte olana yenilmesek kolayca keşke. Yormasak birbirimizi, hırpalamasak... Egomuzu tatmin etmek, doğrularımızı karşı tarafa empoze etmek, yanlışları düzeltmek ya da içinizdeki sıkıntıyı azaltıp geçici bir süre için rahatlamak uğruna sözlerimizi bir silah gibi kullanmasak. Sonuçta bazı tartışmalarda kazanan ya da kaybeden olmuyor çünkü nihayetinde, herkes kaybediyor.
Ayrıca doğru ve yanlış o kadar göreceli, hepimizin yaşam serüveni o denli kendine özgü derslerle dolu ki söylediklerimiz hakikaten “karşımızdakinin anladığı kadar” oluyor. Bir çok durumda da “söz gümüşse sükut altındır” sözü geçerli. Kullandığımız sıfatlar ve yargılar ağızdan bir çıktı mı geriye dönüşü olmuyor zira.
“Dört Anlaşma” kitabında Don Miguel Ruiz’in anlattığı gibi, söz bir “büyü” aslında. Meksika Kızılderilileri olan Tolteklerin bilgeliği, kullandığımız sözcüklerle ilgili kusursuz olmamızı, ağzımızdan çıkan en küçük bir kelimeye dahi dikkat etmemizi öğretiyor bize. Çevremizdekilerin kırıcı sözlerinin bizde, kitapta "en büyük günah" olarak nitelenen “kendini reddediş”, yani özünü reddediş hali yaratabileceği için bu konunun özellikle üstünde duruyor yazar. “Kara büyü yapan” yani size verdikleri sıfatlarla, yargılamalarla, onay ve onaylamamalarla sizi bilerek ya da bilmeyerek zehirleyen kişilerin verdiği zarara değinirken çok güzel bir örnek veriyor: Annesinin başı ağrıdığı için “kes şu çirkin sesini” denilen bir çocuğun “sözle büyülenme” örneği bu. Çocuk, uzun yıllar sesinin çirkin olduğunu düşünüp asla şarkı söylemiyor, annesinin ona yaptığı büyü ile “anlaşma yapması” yani duyduğunu “olduğu gibi kabullenip” gerçeği kılmasıyla zarar başıyor. Kendini onun dediği gibi, çirkin sesli hissediyor.
Ne büyü yapalım, ne büyülenelim derim... Sözleri daha itinayla seçip, zaten yorucu olan hayatı daha da yorucu hale getirmeyelim ki etrafımıza yaydığımız zehir olmasın. Söz ile ışık saçmak olmalı amaç ya da anlamlı suskunluklarla konuşmak. Sevgi sözleri sarf etmek, iltifat etmek, şükretmek, ilham ve güç veren hikayeler anlatmak, dua etmek, güzel şiirler okumak, huzur veren şarkılar söylemek, ne bileyim işte; söz ustası olmak gerek. Cehennemi değil cenneti yaratmak için biraz özen gerekiyor sanırım. Dokuz boğumun dokuzu da olmaz belki ama gelin yedide anlaşalım.
Sevgiyle kalın…
YORUMLAR