Dünya uykusu

Susamış…


Süt verdim olmadı, sarıldım olmadı, susamış.


Gökyüzüne asıldık, altımız boşluk, ben salıncakta sallanamam, korkarım.


Toprak uykuda, yaşıyoruz. Düğün dernek kuruyoruz, sofralar diziyoruz. Bebek doğuruyor bir ana, adına el izim diyor, seviniyoruz. Sarılıyoruz, soframıza vişne suyu koyuyoruz, ham incirden reçel kuruyoruz, bereketleniyoruz; toprak uyurken.


Gün ağarıyor, gökyüzü soluk mavi. Kuşlar uyanıyor, benim gözlerim kapanıyor. Oğlum susamıştı, ona uyandım. Bir çay bardağı suyu kana kana içti. Nasıl da susamış…


Toprak uyurken, oğlum uyurken uyuyayım. Kuşlar anlatıyor, onları dinlerken uyuyayım.


Susadım.


Uyurken geçer.


Rüyaya yatıyorum. Bir nefesçik…


Uyandım, güneş yükseliyordu, kavun kırmızısı bir gökyüzü…


Uyandım, güneş evine yerleşmiş, bebe mavisi bir gökyüzü…


Bu aralıkta gördüğüm rüyalarda yollar ve gitmek vardı. Bir türlü gidememek vardı. Bir bütün uyku uyuyamamak gibi, bir bütün iş tutturamamak gibi, bir şehre, bir eve yerleşememek gibi. Vardığım gibi gitmeye koyulmak; yeşeremeyen bir dal, ağaçlığa erişemeyen bir fidan olmak vardı.


Kapının zili çaldı. Komşumda tencerelerce yemek pişti. Karnıyarıklar, kızartmalar, patatesli köfteler, tavuk pilavlar… Kapının zili çaldı, komşum geldi, kalk vakti. Oğlum şarkıya başladı, babasından eşlik bekliyor, oynuyorlar, vakit öğlen olmuş, kalk vakti. “Aba! Abaa!” -Bana sesleniyor, yanıma geldiler. Zeytin gözlümün, kara gözleri parlıyor. Maşallah yavrumuza.-


Gidecektik bu şehirden, yerleşecektik bir başka diyara; şehir kapılarını kapattı, gidemedik. Şehre giriş var, çıkış yok; geliş var, gidiş yok. Toprak, uyumaya devam eder misin? Uyanırsan gökyüzü bizi bırakacak, sen evlerimizin arasından çekip rahminde uyutacaksın bizi. Hep birlikte uyumak için henüz erken değil mi? Hem bu ömür, gitmeye çalışmakla geçti. Kalmak için bir ömür daha lazım bize.


Tüm gün sırtım ağrıdı, dinlenmek istedim. Derin bir uyku istedi bedenim. Günlerin yorgunluğunu nehre bırakabileceğim, akan, huzurlu, yalın bir uyku. Oğluma sarıldım, uykunun koynuna bıraktık kendimizi, güneş henüz tepedeydi. Uykuma bir rüya gelip konuk oldu. Saldırmayan, nispeten iyileştiren bir rüyaydı. Rüyamda evime varmak için yürüyordum. Kendi ellerimle inşa ettiğim evime bir konuk götürecektim. Konuk, evime daha önce uğramış. Birlikte evime doğru yürüyoruz. “Bu evde iki hikâye anlatıcısı var.” diyor konuğum. “Biri evin kendisi. Ev, evin içinde yaşayan anlatıcı konuşmadan da anlatıyor.” Akşam ezanı seslendi, uyandım. Devamı nasıldı rüyanın? Birazcık daha görebilseydim… Penceremin önünden karga sürüsü havalandı. Uyandığıma üzüldüm. Kırlangıçları düşündüm. “Gittiler, onlar da gitti; biz yalnız kaldık, kaldık.” Bina duruyor, içim sallanıyor, korkuyorum. Korkumu düşündüm, içimde bıraktığı ağırlığını… Bir ömür daha lazım bize kalmak için, birincisi gitmeye çalışmakla geçti.


Akşam çöküyor, dolapta komşumun düğün yemeklerinden var. Isıtırım, yeriz. Mabedim dediğim çalışma odama küskünüm, orayı taşımayı düşlüyordum. Yeniden düşlemek için oraya yeniden taşınacakmışım meğer, olur öyle. Yaşadığım yerden gidemedim, yaşadığım yere gideyim öyleyse. Yeniden gelmiş gibi, kamyonlar kavun taşırmış da içine bizi katıp getirmiş gibi. Kamyonlar bizi alıp bize taşımış gibi. Kamyon kamyon taşınmış gibi, içimde olanları dışarı taşırmış gibi…


Bir dilek tutmuştum. Dilek bana Yusuf ile Züleyha’yı anlatmıştı. Onun gözlerinde çölü, yalnızlığı, buğdayı, aşkı, kayboluşu, hüznü, öfkeyi, hasreti, vuslatı, evi, toprağı görmüştüm. Kalabalıklar içindeydik. Kalabalıkların sesi, masala müzik oldu. O esnada Özlem, bir kız bebek doğurdu. Masalı, müziği, dostluğu bir bohça yapıp kalktık masamızdan.


Bebek görmeye, ana görmeye, yaşamın sihrini öpüp koklamaya gittim. Duru güzelliği gördüm. Henüz doğum yapmış dostumun yorgun yüzündeki güzelliği gördüm. Öyle yalın, öyle serin bir güzellik. Durdum bu güzelliğin yanında, bu yaşayan ânı içime içime çektim. Üzerinden az gün, çok zaman geçti. Gece yarısı oldu şimdi, yazının devamı için derin bir uyku daha arzu ediyorum. Oğlum kolumda uyudu. Acıktım, bu gece aç uyuyacağım. Az iyidir.


Gecenin rüyası zorluydu. Bir akbabanın esiri olduk. Evime gece vakti uçarak giren, yerleşen, kuralları kendi koyan, evden çıkışa izin vermeyen, zehri boğazımı düğümleyen… Bir anlatıcının boğazı düğümlenir mi? Aylardır düğüm düğüm. Düğüm iyidir, bir vakit çözülür. Bir boğazı düğümlüyü ne vakit görse tanır gözlerim. Düğüm düğümü tanır.


Üzerimde uykudan kalma bir ağırlık… Kerem de uyandı. Koluma yatırdım. “O masum hayallere” diyen bir şarkı dinliyoruz. Bu yazının şarkısı da böyle olsun: “Bir garip akşamdayım… Oysa ben bu gece yüreğim elimde…Külüm al uzak yollara savur.”*


Ben bu dünyalı değilim anne. Beni neden doğurdun! Ait olmadığım yere yerleşememekle geçiyor ömrüm tekrarlayan bir dünya uykusunda.


Ervâ aradı. “Kaybolmuşluğum…” dedim. “Ben bulurum seni. Hem doğduğumuz ay geliyor.” dedi. “Sürekli doğmak bizim lanetimiz.” dedim, gülüştük. Güzel güler dost, kahkahası nehir gibidir.


Yürüyüşe çıktık oğlumla. Filiz Ana’nın Binbir Çeşit Dükkanı’na uğradık. İki çay söyledi anacım. İki demli çay. Çay demini almış, anacım görmüş geçirmiş, dinlediği şarkılar yara bere içinde kalmış. “Yara bere içindeyim,bir uçurum dibindeyim, elim uzar ölüm çeker, yaram kanar kanar kanar hey.”** Filiz Ana’m seksen yaşında, kırk senedir aynı sokakta esnaflık eder. Sokaktaki her evladın anası. Has anlatıcı, has dinleyici, yüreği dilinde öz söyleyici. Sevdiceğini pek severmiş, vakti gelince nur âlemine uğurlamış. Sevdiceği dünya uykusundan uyanalı beri ardından türküler söyler. Filiz Ana’nın türküleri dükkânından taşar, tüm sokakta duyulur. “Hatıran yeter sokakta kal sevgilim.”


Birlikte bir türkü tutturduk, demli çayın tadını damağımıza tattırdık, gülüştük, kucaklaştık. Filiz Ana’yı müşterileriyle baş başa bırakıp yürümeye devam ettik oğlumla. Hani sabahtır içim sıkkın, hani boğazımda bir düğüm, hani korku yakamda bir yaka iğnesi… Karşıma meyve tezgahına sık sık uğradığım Kerim Abi çıktı. “Hocam korkuyu düşünürsen rahat uyuyamazsın. Yastığa başına koyduğun gibi salavat getir. Yirmi sene sonrayı düşün. Kerem’in düğününü düşün, torunlarının elinden tutup parka götürdüğünü hayal et. Basit ve kolay olanı hayal et; sıkıntı, kaygı uçar gider içinden. Geçenlerde marmaray çıkışında tanıdığım bir adamın aort damarı patladı. Ambulans geldi. Sonra kızı geldi, ‘Nasıldı babam?’ diye sordu. Dedim ona ‘İyiyi düşün. İyi olacak. Allah büyüktür.’ Biraz zaman sonra kızı gelip haber verdi. İyileşmiş babası, ‘Bak, iyi düşündün iyi oldu.’ dedim."


Kerim abi bunları anlatırken sıcacık gülümsüyordu. “Oh!” dedim onu dinlerken. “Allah benimle Kerim Abi’nin ağzıyla konuşuyor. Filiz Ana’nın kollarıyla sarıldığı gibi. Oğlumun gözleriyle baktığı gibi…”


Sonra korkumu aradım içimde. Burada mısın? Şurada mı? Orada mı? Yok, gitmişti. Serhat Abi’nin kafesine geldim. Az şekerli, köpüklü bir fincan Türk kahvesi istedim. Bol köpüklü, bol kahveliydi fincanım. Falımda el ele tutuşmuş, birlikte dans eden insanlar vardı. “Akşama komşumun düğünü var. Falım tez çıktı.” dedim, gülümsedik. Giderken Allah, Serhat Abi’nin diliyle konuştu benimle: “Sağlık olsun kızım, gerisi olur.”


Bu sırada Kerem uykusundan uyandı: “Aba!” Oğluma sarıldım. “Günaydın abam…” dedim. Susamıştı…


*


**




Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir gerçek dışı -mekandan, zamandan bağımsız- bir hikaye gibi, ta ki marmaray kelimesini görene kadar, çünkü zamanı şimdi yaptı, ama yine de güzelmiş...
    CEVAPLA
  • Misafir Ne güzel yazmışsın
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.