Yaraları benzer kadınlar…
Onlar, farklı yerlerden, farklı ailelerden, farklı yetiştirilme biçimlerinden geldiler. Farklı dillerden geldiler belki, yüzleri başka, sesleri başka, ama bakışları hep benzerdi. Hep aynı benzersiz hüzün, hep aynı umarsız neşe, hep aynı parlak ışıkla, mümkün olduğunca ileriye bakan derin gözlerle daldılar hayatın nehirsel akışına...
Başka anneler büyüttü onları, başka okullarda okudular, başka insanlarla tanışıp dost oldular. Âşık oldular sonra veya âşık olduklarını sandılar, terk edildiler, terk ettiler, sonra yeniden aşık oldular. Yuva kurdular, ama bir kısmı beceremedi yuvayı bir arada tutmayı, dağıldı gitti çatılar...
Belki de hep yanlış insan seçimleri ile şekillendi hayatları. Tepelerinde ‘sözde’ ortak bir çatı olsun olmasın, bir ellerinde bebeleri, bir ellerinde yaşam kavgası, öyle su üstünde kalmaya çalıştılar, dengesizce belki ama hep nefes alarak...
Yaşarken, hayatlarından gelip geçen herkesin açtığı derin izlerle biraz daha törpülendiler, biraz daha yalnız kalırken güçlendiler belki de fark etmeden. Sevdiler ama hem de pek çok, belki benzer adamları sevdiler, belki de hiç birbirine benzemeyen adamları ve kadınları sevgili veya dost kıldılar kendilerine…
Hiç düşünmediler sonunu, inanıp güvendiler insanlığa, bazen mantıklarını bile sorgulamadan asla vazgeçmediler sevmek için çaba harcamaktan, vefa duyguları çektikleri cefaları ezdi geçti her zaman...
Sonra bir gün, hiç habersizce sokağın köşesinden dönüp gelen yabancı bir çığlık gibi, aynı kocaman tokat geldi, kıpkırmızı izlerle oturdu yüreklerinin tam ortasına. Önce tökezlediler, düştüler aniden, her şeyden önce yürekleri kanadı hep. O güne kadar hayattan öğrendikleri ne varsa, hepsi bir yana savruldu.
Ezberleri bozuldu gitti tümden. Yaşamaya dair kurdukları ne kadar hayal varsa, hepsinden vazgeçtiler bir çırpıda. Pencereleri kapattılar, kapılara kilitler çaktılar, karanlık gecelerde bir tek ışık kırıntısına hasret, beklediler, sessiz çığlıklarla, soluksuzca.
Çıkacak tek bir ses, görülebilecek tek bir bakış, belki de küçük bir dokunuş için dünyalarında, kalplerinde kalan ne varsa çıkarıp vermek istediler. Ama olmadı, olamadı bazen. Yılmadılar, başka yollar, başka çözümler denediler canlarından çıkan varlığa bir an dahi olsa ulaşabilmek için, hiç pes etmediler.
Bazense hiç beklemedikleri bir yeni adımda, evrenin en ucuna uçup gitmiş martı gibi hissettiler, ufuk çizgisi evlerinin kapısı kadar yakın geldi o an, sevindiler sonsuzca!
( Fotograf: Engin Pulat )
Damıtılmış bir su tanesi kadar saf, bir kar tanesi kadar şeffaftı oysa hayatın içinde duruşları. Onlardan biri olmayan herkes “tuhaf” ile “aykırı” arasında bir noktaya koydu onları, öylesine imkânsız bir kaide üzerinde dünyanın geri kalanına baktılar... Kendilerini anlamayanlardan kaçmadılar, ama derslerini aldılarsa eğer, içlerine de yaklaştırmadılar bir daha...
Labirentin ucundan gözüken ufuğun ışığına odakladılar kendilerini, umutlarından asla vazgeçmediler, canlarından bir parça varlıkların ellerinden tuttular sımsıkı, öyle ileriye doğru titrek adımlarla yürürken gördüler bir anda, kendilerinden olanları...
İşte o an, aniden, durduk yerde, birden... Sanki evlerine gelmiş gibi hissettiler! Bazen bir beyaz ekran karşısında, bazen bir kitabın içinde, bazen bir telefonun görünmez kablosunda, bazen bir şarap kadehinin dibinde, bazen sıcak kokulu kahvenin tüten dumanında gördüler kendi yansımalarını, tıpkı bir aynada kendilerini görürmüşçesine...
Çok konuştular, çok okudular, çok paylaştılar, çok ağladılar, ama hep güldüler –o minik can varlıkları birinin değil, hepsinin birer parçası oldu çıktı sonunda...
Yaraları benzer kadınlar, ancak kendileri bildiler kendi varlıklarının anlamını. Seçilmişliklerini kabullendiler, ellerini birbirlerine de, birbirlerinin canlarından olma varlıklara da uzattılar aynı anda. Birinin varlığı, ötekine ışık oldu bazen, bir diğerine bir tutam nefes…
Farklı düzlemlerden gelip aynı potada eriyen su damlaları ya da aynı okyanusa kavuşan kar taneleri gibi savrulup giderken bile... Hep birdiler, hep aynıydılar, hep benzer yaralarla kanayan içlerini yine birbirlerinin yaşadıklarında avuttular...
Elleri sımsıkı, hep kenetli, hep beraber.
Yaraları benzer kadınlar, bir bakışta, bir yap-boz parçası kadar net tanıdılar birbirlerini. Konuşmadan da anlaşmak mümkünmüş bazen, anladılar. Yaşam nehrinde savrulup kaybolmaya izin vermeden, o kocaman tokatın kıpkırmızı izlerini hep birlikte silerek yola devam etmeye uğraştılar. Canlarından kopan varlıklar bir kez gülünce, evren de kocaman güldü onlara...
O zaman yolun taşları çıplak ayaklarını paramparça etse de, umursamadılar. Isındı yalnız yürekleri, bir oldu sesleri, giderek çoğaldılar.
Ne de olsa, yaraları benzer kadınlar, hep benzer labirentlerin içinde dönüp durdular, bir gün benzer ufukların ışıklarına ulaşacaklarından umutlu, artık yalnız olmadıkları için güvende, kalplerinde bir nefes huzur, elleri hep canlarından olma varlıkların avuçlarında…
Öyle dimdik, öyle güçlü, öyle sert bir istiridye kabuğunun içindeki inci tanesi kadar...
Özeldiler, farklıydılar, tektiler ama çoktular çünkü!
Yaraları benzer kadınlar, her aynaya baktığımda gördüğüm ben kadar… Gerçekler şimdi!
3 Kasım 2009–12 Nisan 2012
* Hayatım boyunca tanıdığım, tanımadığım, bildiğim, bilmediğim ama benzer labirentlerin içinde bebelerinin ve kendilerinin yeni yol haritalarını okuyarak yaşama tutunmak için var güçleriyle mücadele eden ve asla pes etmeyen tüm “yaraları benzer kadınlar” için… İyi ki varsınız, iyi ki varız!
YORUMLAR