Küskün bir sabahın balonları

Bir fotoğrafıma bakıyorum bu yazıyı yazmadan önce, çünkü tam olarak ne yazmak istediğimi bilsem de, kırmadan incitmeden nasıl yazacağımı düşünüyorum. Fotoğraftan bana bakan gözlerimin içine bakıyorum uzun uzun, o anda içimden yükselenler neymiş, anlamaya çalışıyorum.


Kucağımda rengarenk balonlarla oturuyorum bir masanın başında, önümde 40. pastam var. O hiç büyümeyen, içimde sakladığım kız çocuğuna sımsıkı tutunmuş gibi balonlarıma sarılmışım, hala pastanın mumları yakılınca alkışlayacak kadar küçük bir kızım, elimden uçup gideceklerini bilmenin hüznüne karışan dudak dolusu gülümsemeyle öylece duruyorum fotoğrafın içinde.


Becerebilsem şu anda o fotoğraftaki kadına sımsıkı sarılacağım, balonlar uçsun gitsin, umrumda değil… Öyle derin bir kucaklanma, sarılıp sarmalanma hissim var ki geçmek bitmek bilmiyor…


*


Uzun yıllar önce, anımsayabildiğim kadarıyla 4 veya 5 yaşındayım, sokakta hızlı adımlarla bir yerden bir yere yetişmeye çalışıyoruz annemle. Onun her zamanki gibi acelesi çok, halledilmesi-yapılması-kotarılması gereken işleri var ve ben her zaman bir şekilde ayağının bağıyım… Bu gerçeği ya söylüyor yüzüme doğrudan veya o söylemese de ben hep hissediyorum.


Köşeyi dönünce görüyorum o rengarenk balonları, öyle çoklar ki… “Balonlara bak anne, ne kadar çok ve güzeller, ne olur bir tane renkli balon alalım!” diyorum, ama annem elimden çekiştire çekiştire uzaklaştırıyor beni balonlardan… Öyle katı, öyle net savuşturuyor ki balon isteğimi, hemen inanıyorum: “Adam satmıyormuş ki balonları, sadece gezmeye çıkarmış…”


Yıllarca ben ne zaman balon istesem, hep aynı gerekçeyi duyuyorum ve hep inanıyorum. Bana gerçek bir “yalan” söylediğini, hiçbir baloncunun balonları gezdirmediğini ve her zaman anneler çocuklarına alsınlar diye baloncuların balonlarla sokaklarda ‘gezdiğini’ anlamam için çok büyümem gerekiyor, tabii ki sonunda-maalesef- büyüyorum.


Ama bütün o alınmayan balonlar, büyürken sanki içimde bir yerde saklanıp kalıyorlar. Kazık kadar kadın oldum, hala balon görünce peşinden giderim, havaya uçup kaçan balonlara da üzülmüyorum artık, özgürlüğüne kavuştuğu için seviniyorum. Belki de bu yüzden, 40 yılı geride bırakırken sevgili sevdiğimin “Doğum gününde ne olsun istersin?” sorusuna “Balon” demiştim, “bir sürü rengarenk balon, her yerde balonlar olsun…”


Bu uçar-kaçar-hiç yere konmaz ruh halim yüzünden hiç “bebek isterim” diye ağlayan küçük kızlardan olamadım, ’Büyüyünce ne olacaksın?”sorularına da hiçbir zaman “anne” veya “gelin” diyemedim. Benim kafama göre her kız çocuğu nasılsa büyüyüp öyle ya da böyle bir şekilde hem gelin hem de anne oluyordu zaten, ama başka bir şey “daha” olmak gerekiyordu. Birisi bana bu soruyu sorduğunda yıllarca refleks gibi “Ben büyüyünce çalışan kadın olacağım” dedim, annem de bu cevabımı hep beğendi, ben de o beğendi diye pek sevindim: “Aferin, ben senin yüzünden çalışamadım, sen bana benzeme…”

Bu hikayenin en kısa özeti şöyle; annemle babam evlenmişler, sonra daha birinci evlilik yıldönümlerini kutlamadan önce ben doğmuşum, annemin deyimiyle “İlk evlilik yıldönümümde kucağımdaydın, senin yüzünden çalışamadım, evliliğimi de hep seninle yaşadım zaten…”

“Senin yüzünden…” Kişisel tecrübelerime dayanarak iyi biliyorum ki, bir çocuğun incecik omuzlarına yüklenebilecek en ağır yük cümlelerinden biri bu. Yıllarca o ağırlığın altında ezilerek, yorulmuş omuzlarını dik tutup yalpalayarak bir yolda yürümeye çalışır çocuk ve sonra bir anda fark eder ki, aslında yürüdüğü yol seçtiği değil, kendisine “kodlanmış” olan yoldur… Şaşalayıp duralayınca da aniden yoldan çıkıverir çocuk, ailesinin bakış açısına göre kötü, aykırı, marjinal ve asi olur: “Merhaba ayna, evet bu ailenin kara koyunu benim, sana nasıl yardımcı olabilirim?”


20’li yaşlarımın başında “Hem üniversiteye giderim, hem de çalışırım” diye tutturduğum zaman beni şiddetle desteklediğinde yine “Aferin” demişti annem, “sen sakın benim gibi olma, bana benzeme…”


O zaman bütün çocukluğum boyunca altında ezildiğim yükü omuzlarımdan atıp, bütün cesaretimi toplayıp “İyi de bana mı sordun beni doğururken, ben mi karar vermişim ne zaman doğacağıma? Sen de ben biraz büyüdükten sonra çalışmaya geri dönseydin de bunu sürekli kafama kakmasaydın…” demiştim.


Buz gibi bakmıştı bana. Sanırım ilk o gün, basit bir gerçeği yüzüne söylediğim için küstü ve bu küskünlük hali, sonraki yıllarda da ben ne zaman içimden geçeni yapıp, aklımdan geçeni yüzüne söylesem baki kaldı… Ona göre yaptığım korkunç hataları hiçbir zaman affetmedi, hiç görmezden gelmedi ve ben her hata yaptığımda aynı küskün sabahlara uyandım, yıllardır, her zaman…


Küskünlükler-zor barışmalar-uzun dargınlıklar-bitmek bilmez gereksiz ayrılıklar silsilesi halinde geçirdiğimiz uçup giden onca yılımızın ardından bakıyorum şimdi. Artık kendi hatalarımın da günahlarımın da gayet farkında olacak, yaptığım yanlışların pişmanlıklarını değil ama acı tatlarını yaşayacak kadar büyüdüm.


Hayatım boyunca attığım hiçbir adımı, aldığım hiçbir kararı onaylayıp beğenmediği için mi hala küsüz, yoksa ben yaptığım her şeyi ille de ona beğendireceğim diye inat ettiğim için mi, itiraf ediyorum ki hiç bilmiyorum. Defalarca denesem de, o küskün yüzü yeniden gülümsetmeyi bir daha hiç beceremedim… Bir pankarta “Hayat kısa, kuşlar uçuyor-Cemal Süreya” yazıp karşısına çıksam acaba anlar mı, bilmiyorum…


Bayram günleri birbiri ardına geçip giderken, herhangi bir sabahtan daha küs başlıyorum her yeni güne… Burnumu yağan yağmurun penceredeki aksine gömüp, kimsenin ama en çok annemin duymadığı sessiz çığlıklarımı zırh gibi giyiyorum. Instagram- Facebook-Twitter üçlemesinden yağan ‘bayramda aile sofraları’ konseptli fotoğraflardan yıldığım anlardan birinde fark ediyorum ki, bizim uzun zamandır öyle kocaman aile sofralarımız yok… Bu gerçeğin sorumluluğunu almak zorundayım ama arada bir yerlerde, hayatımda var olmasını çok istediğim için onca sonuçsuz çaba harcadığım “aile” kavramını bu kadar gözüme soktuğu için bayramları sevmekten vazgeçmişim…


*


Bu küskün sabahlardan birinde, suratım beş karış, Nazım Özgün’le elimiz kolumuz torba dolu marketten dönüyoruz. Evin sokağına girdiğimizde aklımda yapılması gereken yemekler, yıkanması gereken çamaşırlar, yazılması gereken yazılar ve Böcüğün uzun tatili hepimize bir güzel zehir eden bitmek tükenmek bilmeyen(!) ödevleri var, bu yüzden bir an önce eve varmak derdindeyim.


“Bak Anniş, baloncu tam da bizim sokağa gelmiş!” diye sevinçle bildiriyor Nazım Özgün, nam-ı diğer hık demiş anasının burnundan düşmüş, balonsever Böcük!


Kafamın içindeki iki İrem’den biri: “Off, şimdi torbaları yere bırak, bozuk para bul, Böcük balonunu tutacağı için onun elindeki torbaları da yüklen… O balon nasılsa ya uçacak ya da patlayacak, para boşa gidecek, Nazım Özgün de üzülecek, nereden çıktı ki şimdi bu baloncu?” diyor.


Duruyorum. Kafamın içindeki ikinci ve sonradan oğlumla beraber büyüttüğüm İrem “Annen ne demişti? Sakın annene benzeme…” diyor, sadece.






“Bayram balonları onlar, ne kadar güzeller, değil mi?” diyorum gülümseyerek, elindeki torbaları yere bırakıp baloncuya doğru koşturan oğluma yetişmeye çalışıyorum ve ne garip, yüklendiğim torbalar hiç ağır gelmiyor!


“Hangisini istiyorsun?” soruma karşılık “Aslında hepsini almak isterdim ama bir tane kırmızı yeter şimdi!” diyen oğlumun eline istediği koca kırmızı balonu veren baloncu amca, meraklı gözlerle balonlara uzun uzun sevgiyle bakışıma bakıyor.


“Size de balon vereyim mi bir tane?” sorusuyla kendime geliyorum…


“Teşekkür ederim ama ben almam gereken balonu aldım, işte oğlumun elinde!” diyorum ve sanırım bu bayramda ilk kez birine çok içimden gelerek “iyi bayramlar” diliyorum.


Nazım Özgün elinde balonuyla hoplaya zıplaya evden içeri giriyor, koridorda kedilerimiz Gümüş ve Leo’yla balon kovalamaca oynamaya başlıyor, ben mutfakta pişirilmesi gereken yiyecekleri ayırırken içeriden o çok iyi bildiğim ses duyuluyor: Paaat!


Elinde patlamış kırmızı balonun bir parçasıyla mutfağa gelen Böcük, sanki kendisini değil beni teselli ediyor: “Gümüş balona pençe attı, balon patladı! Ama olsun, baloncu yine gelir, biz de başka balon alırız!”


Oğlumun, annesinin ona kesinlikle yeni bir kırmızı balon alacağından gayet emin olan kalbinin, gülümseyen yüzüne yansımasına bakıyorum. “Alırız tabii” diyorum, “biz seninle daha çoook balon alırız…”


Pencereye hızlı hızlı yağmur damlaları düşüyor. Elimdeki pişirilmesi gereken patateslerin torbasını yere bırakıp, yüzümü cama yaslıyorum. Hiç duymayacağını ve dahi duymak istemeyeceğini bilmeme rağmen içimden annemle konuşuyorum: “Bak gördün mü, bu defa sözünü gerçekten dinledim, sana hiç benzemedim...”

Balonlar renkli, önemli ve değerlidir. Elden kaçırıp patlatmadan kısa da olsa derin keyfini yaşamak ve yaşatmak gerekir, belki bir gün yeni bir balon alacak kimseniz kalmadığını anladığınızda, çok geç olabilir…

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir ne güzel bir yazıdır bu , her okuduğumda gözlerim doluyor...keşke çocukluğumuza ilişkin, çocuklarımıza ilişkin hiç kötü bir hatıramız olmasa:((((((
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.