Laf çok, iş yok!
Bir süredir, umutsuzluğa kapılmadan, yapıcı isyanımı devam ettirecek şekilde düşünüyorum. Kendim için, oğlum için, bu ülkenin geleceği için istediklerim, hayallerim, umutlarım var… Ve durup baktığım zaman, tek gördüğüm şu: Laf salatası!
Sürekli konuşuyoruz. Ama devamlı, neredeyse hiç susmadan… Ucu bucağı görünmeyen, bir yere ulaşmayan, hatta sürekli bağırarak, birbirinden rol çalmaya, sözünü kesmeye uğraşan bir konuşmalar serisi içinde yaşıyoruz. Herkes konuşuyor, herkes ahkam kesiyor, herkes her şeyi herkesten iyi biliyor… Ama iş, çözüm üretmek, ortak yaşam adına orta yol bulmak, ilerleyerek değişmek ve sonuca ulaşmak olunca, nedense öylece duruyoruz. Bu yazımın ana derdi bu: Laf çok, iş yok!
Tabii ki herkesin konuşmaya ve fikrini beyan etmeye hakkı var, tahmin edersiniz ki konuşma özgürlüğü ile ilgili bir derdim haliyle yok. Benim takıldığım, bu kadar konuşmanın sonucunda hala bir şeyleri sonuçlandırmadan, değiştirmeden yerimizde sayıyor olmamız. Hele de bu hamasi edebiyat yüklü kürsü konuşmalarıyla hiçbir iş yapılamadığı kesin.
Kabul edelim ki, sevelim veya sevmeyelim, siyaset bu ülkede hayatımızı yönlendiriyor.
Dün, TBMM’de çok uzun yıllardır ayrıştırmanın simgesi haline gelmiş bir kıyafet parçası ile olan derdimiz, nihayet çözüldü. Kendi fikrimi açıkça belirteyim, kimse de kusura bakmasın lütfen: İsteyen açık olur, isteyen kapalı! Bu kıyafet ve yaşam tarzı seçimi, bence tıpkı inanç özgürlüğü gibi herkesin kendi tercihidir, sadece giyeni ve tercih edeni ilgilendirir.
Yazının bu noktasında “Vaay sen Atatürkçü değil misin, hani sen muhaliftin?” diye çemkirmeye başlayacaklara açıklama: Özgürlük karşıtı her şeye muhalifim, evet! Ve bu da çok şükür partiler üstü bir durum! Diyelim ki, türbanı siyasi bir simge olarak kullanıyor kadınlar, öyle bile olsa, bu yine de kendi tercihleri! (Aç parantez: tek istisna, “kapalı” olmanın kadına dayatılması, eğer kişisel tercih değilse, o noktada benden zaten veto yer! Kapa parantez!)
Siyasetin ekseninin yıllardır kadınların kıyafeti üzerinden sürdürülmesi, bize hiçbir şey kazandırmadığı gibi, dogmatik bakış açısı da bizi bir yere götürmedi. Artık değişmemiz ve toplumun karma yapısı neyi istiyorsa ona bakmamız gerekiyor. Siz herkese dilediğini giyme özgürlüğünü verirseniz, ancak o zaman mini etek giymiş kadına laf edenlere de karşı çıkma hakkınız olur.
Bu anlamda iktidar partisinin “Biz türbana özgürlük getirdik” propagandasına ne kadar sinir oluyorsam, “Neee Atam’ın Meclis’inde türban mı?” çığlıkları atanlara da o kadar utanarak bakıyorum. Bu ülkede kadınların canları her gün tehlikedeyse, çocuk gelinler mal gibi alınıp veriliyorsa, tecavüz ve cinsel taciz vakaları dağ gibi tepemize yığıldıysa, gündemi türbanla kilitlemek, bu sorunları görmezden gelmek için abesle iştigal!
“Türban” tartışmasının sonlanmasından ne kadar memnunsam, erkek egemen siyasetimizin temsilcilerinin “bacı/kızkardeş” muhabbetinden de çok sıkılmış, hatta usanmış durumdayım!
Hayata geldiğimizde, önce “babamızın kızı” oluyoruz. Sonra büyüyoruz, bir erkeğin “karısı” oluyoruz. Sonra da “çocuklarının annesi”. Biz hep “birilerinin bir şeyi” olarak mı yaşayacağız? Rahat bıraksanız da kendimiz olsak biraz?
Ben kimsenin bacısı veya kız kardeşi olmak istemiyorum. Kadın olabilirim, anne olabilirim, ama önce insanım ben. Ne olduğuma ve kim olduğuma da ancak ben karar verebilirim. Böyle büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi, sürekli olarak kadınlara bir şeyler sunduğunu sanan tarzdan da, hayatımızı ve tarzımızı nasıl şekillendireceğimize de devamlı erkeklerin karışmasından acaip rahatsızım.
Tek istediğim şey şu: Kadınların üzerinden siyaset yapılmasını değil, kadınların siyaset yapmasını istiyorum. Kadının kıyafeti üzerinden siyaseti bırakın efendiler, çok başka ve daha acil dertlerimiz var bizim, bırakın da kadınlar kendileri adına konuşsun biraz... Tıpkı dün Meclis'te olduğu gibi!
Kadın, yaşam kaynağıdır. Yapıcı, geliştirici, uzlaştırıcıdır. Geleceği kurmak için kavgadan değil, sevgiden ve birliktelikten güç alır. Savaş denen illetin can yakacağını en çok evladını kaybetmenin ne demek olduğunu bilen analar hisseder. Kadının anaerkil diline, yapıcı ve iş bitirici eleştirilerine, yumuşak insani tarzına çok ihtiyacımız var.
*
Konuşmak ve yapmak ikilisi, birbirine çok bağlı olsa da, aslında çok başka şeyler. Eğer çokça konuşup hiçbir iş yapmıyorsanız, bütün konuşmalarınız da fikirleriniz de balon gibi uçup gidiyor. İş yapmaya çalışanları eleştirmeye gelince ses çok çıkıyor da, “hadi gel şu işin de ucundan tut” deyince herkes bir anda sus pus olup sırra kadem basıyor her nedense!
Üstelik yaşantımızın her anının bir kavgaya döndüğü noktada, Meclis kürsünün de kavga kürsüsü haline dönüşmesinden çok muzdaribim, çünkü aslında o kürsü benim. Bana ait bir hakkı, vekil tayin edilen kişilerin bunca düşmanlık ve ötekileştirme aracı olarak kullanmasına isyan ediyorum.
Gerek iktidar gerek muhalefet partilerinin temsilcileri sürekli olarak konuşuyor. Böyle bir üstten bakarak, doğrusunu ancak ben bilirim tarzıyla aslında bizim ne söylemek istediğimiz hiç duyulmuyor. Talep ettiklerimiz, yasalarla belirlenmiş vatandaşlık haklarımız, birlikte ortak yaşam kültürünü geliştirmek ve çocuklarımıza daha iyi, daha insancıl yaşanabilen bir ülke bırakmak için isteklerimiz, hayallerimiz var. Kimsenin umurunda değil mi? Varsa yoksa oy kavgası, iktidar mücadelesi!
Biz bu yaz onca gazı, kimyasal yüklü suyu boşa mı yedik? Benim kafamdan, kolumun üzerinden uçan plastik mermilere göğüs germem boşuna mıydı? Kaç tane gencimiz boşuna mı hayatını kaybetti, gözlerini kaybedenlere diyecek sözünüz var mı?
Gezi’de yaşarken, beni en çok umutlandıran, hep beraber olmaktı. Yanımda türbanlı arkadaşlar da vardı, Kemalistler de, LGBTİ bireyler de, Kürtler de, Ermeniler de… Siyasi görüşümüzden öte, ortaklaşa karşı durduklarımızı ifade etmek için öyle bir acının ve şiddetin içinden geçerken, biz birbirimizin kim veya ne olduğu ile değil, ne istediği ile daha çok ilgiliydik. Gezi, anti-kapitalist, anti-milliyetçi, anti-ırkçı, anti-cinsiyetçi, anti-homofobik, antihiyerarşik, anti-otoriter, anti-militarist ve anti-ayrımcıydı. Her şeyden önce tam demokrasi isteyen“insan”dı. Kimse kimseyi zorlamadı, kimse kimseyi çekiştirmedi, partiler üstü, siyasetten öte, sosyal hareketler ağının kendi kendine örgütlediği bir sosyal protesto patlamasıydı. Ve maalesef, bu patlamadan ne muktedir parti bir şey anladı, ne de ana muhalefet!
Yerel seçimler hızla yaklaşırken, sürekli konuşarak oy toplamaya, çeşitli dayatma ve öcü gibi korkutmalarla bizleri yönlendirmeye çalışan parti temsilcilerine bakıyorum ve kendi bir tanecik oyumu kime, ne için vereceğimi henüz bilmiyorum.
Kafamda sürekli yankılanan sorularım var:
Adayların çevre koruma ve şehircilikle ilgili yapacakları işleri duymak istiyorum.
Partilerin kadın kotası olup olmayacağını, şehre evi gibi bakabilecek kadın adayların sayısının ne kadar olacağını merak ediyorum.
Yasayla 3 yıl daha ötelenen şehir yaşamının engellilere uygun hale getirilmesi çalışmaları ne olacak? Hazır zaman kazanmışken ötelemeye devam mı edecekler, yoksa süreci hızlandıracaklar mı?
Yaşadığımız şehri yönetecek olan bizlerin temsilcilerinin, şehirde bir şeyleri toptan değiştirirken bizim ne düşündüğümüzü, nasıl bir şehirde yaşamak istediğimizi dinleyip dinlemeyeceklerini, yönetimin ne kadar şeffaf olacağını merak ediyorum.
Yoksa şu partinin önünü keselim, bu partinin oylarını bölelim, oturduğumuz koltuk altımızdan gitmesin diyenlerle mi yola devam edeceğiz? Gerçekten bir şeyler değişsin, iş yapılsın, kararlar çıkmakla kalmasın, uygulansın, böylece halk da doğrudan yönetimde söz sahibi olsun isteyenlere mi oy vereceğiz? Varsa, tabii!
Sahi biz, sıradan vatandaşlar olarak, ne zaman gerçekten sesimizi duyuracağız?
Sözde “vekil” seçtiklerimiz de bizi duymazsa, kim duyacak?
YORUMLAR